Gökten yağan un on gram saçlarımda…
Dedem çocukluğumda beni de değirmene götürürdü. Giderken bağımızdan üzüm yolmak ve merkeplerin meraklanıp semere yüklenmiş çuvallardan birine diş geçirmesini önlemek benim vazifemdi. Akşam gün batarken yola çıkılır kasabamıza birkaç kilometre uzaklıktaki Dere Kasabadına karanlıkta girilirdi. Torosların karlı zirveleri Çarşamba Çayını besler ve bu suyun geçtiği yerleşim yerleri doğal su değirmenlerine hayat verirdi. Yüksek yapılı değirmene yükler indirilir ve sıra beklenirdi. İşte o zaman loşluğun içinden üstü başı, ağzı yüzü kaşlarına kadar undan beyazlamış değirmenci görünürdü. Yuvarlak iri teker taşları kontrol eder yanda öğünen tahinin tadına bakar sonra da anlaşılmaz cümleler kurarak kaybolurdu. İlahi bir hürmet gördüğüne şahit olurdum değirmencinin. Muhtemel çetin bir kış boyunca ekmekten böreğe, erişteden kömbeye hasılı hemen her şeye malzeme olacak unun iyi öğütülmesi bu yarı evliya yarı meczup adama kalmıştı. Fakat gece ilerledikçe uyku bastırır ben sıcak un kokusuyla başı dönmüş uyandırılırdım. İş bitmiş olurdu. Dönüş vaktiydi. Gökte ay ve yıldızlar bu kez şekilleri daha bir boyutlandıran karanlığın koynuna salınırdık. Dedem uyarırdı, bu merkep milleti öğünmüş unun kokusunu alır, aman dikkatli ol. Çuvalı yırtmasınlar. Unu nasıl toplarız? O an korkuyla karışık hayal ederdim, gecenin ortasında delinmiş bir çuvaldan dökülen un nasıl geri toplanır. Tozlu yola serpilen un nasıl ayrılır?
Hiçbir zaman çuvalımız delinmedi fakat yere dökülen unu nasıl toplayacağımız korkusu hep içimde yaşadı. Hayatımın bazı zamanlarında maddeten olmasa da sembolik olarak unum toprağa karıştı. Yazıklanıp çekip gitmekten........
© Karar
