Hız ve Arayış
Gencecik bir gökdoğan süzüle süzüle uçuyor. Kâh bir nehrin üzerinden, kaynağını ararcasına kat ediyor yolunu, kâh bir dağı aşmak için yükseliyor. Pençesinde sıkı sıkı tuttuğu bir şey var. Ne olduğunu bilmediği bu mukaddes sırrı nereye taşıdığını da bilmiyor gökdoğan. Bu sır benim! DNA’sına kodlanmış tek malumatı tüm hücreleri emir telakki etmiş, yüksünmeden taşıyor mukaddesatını. Ağır değilim ona. Gayri ihtiyari yönünü tam gökyüzünün göbeğine çeviriyor. Hızlandıkça hızlanıyor, mavilikler koyulaştıkça lacivert bir korku sarıyor gökdoğanı. İçinden bir his haykırıyor:
– Bu yol gidilmesi gereken yol değil!
Acayip değil mi, gönül haddi bilip akla söylüyor.
– Haydi gökdoğan lacivert karaya çalıyor, karanlığa hapsolmadan dön buralardan!
Dünyanın yuvarlaklığını gözlerine sığdıracak kadar uzakta, yalnızlığını, hiç olduğunu tüm zerrelerince idrak edecek kadar sonsuzluğun başlangıcında durdu, içindeki sesi dinledi gökdoğan.
– Kaç, bir an bile durma, hiçliğin esasını bilmezsin sen!
Kaçtı, bir tsunamiden kaçar gibi… Kıyametten, kıyameti kıyamet yapan parçalanıştan, kaotik kalabalıktan kurtulmaya çalışır gibi daldı gökyüzüne. Oysa kopan bir kıyamet yoktu, koskoca bir boşluktan, sessizliğin korkunç çığlığından kaçıyordu son sürat. Dile........
© İnsaniyet
visit website