Baba, Evlat ve Merhamet
Ali Rıza Gürses
Fabrika işçisi bir babanın ve evinin hanımı bir annenin dört çocuğunun ikincisi ben. Büyük olan ablam, erkek kardeşim ve evimizin en küçüğü kız kardeşim. Yeşilçam’ın veya dünyanın en baba karakterlerine bakınca ne Hulusi Kentmenler ne Nubar Terziyanlar ne de başka birinin benim babamın yanında esamesi okunmazdı. Uzun boyu, yeşil gözleri, iri yarı yapısı ve ille de merhametiyle benim babam bir başkaydı…
Babam fabrikada üç vardiya şeklinde çalışırdı. 08.00 ila 16.00 birinci, 16.00 ila 24.00 ikinci, 24.00 ila 08.00 üçüncüsü ise en çok sevdiğimiz vardiyaydı. Kahvaltı sofrası hazır ve beklenmektedir, bilir. 08.30’da evde olur hiç gecikmezdi.
Sofrada zeytin ve peynir sadece pazar günleri bir araya gelirdi. Pazar günü dışında bir gün zeytin bir gün peynir…
Sofrada annemin sesini, babamın anneme kızgın bakışını hiç unutmam. “Ali Rıza zeytinleri bir ısırıkta bitirme oğlum veya peyniri idareli ye” deyişi. Babamın da anneme “Karışma nasıl isterse öyle yesin” bakışı… Annem çok küçük yaşta evlenmiş babamla. Babam “Biz evlendiğimizde yumurta kırmasını bilmeyen hanım şimdi mahalleye aşçılık yapıyor” derdi.
Annem babama göre biraz daha sert ve bir o kadar da sosyaldi ve idareciydi, evi ayakta tutardı. Babam fabrika çıkışı eve gelirken çıkmaz sokakta oturduğumuz için başı hep öne eğik gelirdi çünkü kadınlar genellikle ve özellikle yazları yani yedinci sekizinci aylarda kapılarının önünde oturur, pirinç seçerler, fasulye temizlerler, patlıcan oyarlar hem sohbet eder hem iş yaparlardı. 1-2 metrekare mutfaklarda ruhları sıkılırdı. Şimdi 50-60 metrekare mutfaklarda benim diyen kadınlar, pişiremez o yemekleri.
İş çıkışı başı önde etrafına bakmadan, aldıklarını görünmeyen kese kâğıdı ve siyah çantayla getiren babamı herkes tanır ama o kim kimin hanımı bilmez, tanımaz, isimlerini bile bilmezdi. Bir pazar günü rahmetli fırından ekmek alırken komşu kadınlardan biri “Mehmet Bey ocakta çay, yumurta var ben bekleyemeyeceğim bize ekmeği sen alır mısın?” deyince babam da “Alırım” demiş ama “Kimsin” diye sormamış, sadece komşu olduğunu biliyormuş. Eve iki paket ekmekle gelince annem “Bu nedir?” diye sordu. Babam da “Komşu bir kadın alır mısın, diye sordu ben de aldım” diye cevap verdi. Annem kızmaya başladı. Babam “Evde küçük çocukları varmış o yüzden bekleyemedi” deyince annem sofradan kalktı, ekmek paketini aldı, örtüsünü alelade başına geçirdi ve ekmeğin sahibini aramaya başladı. Gitti gelmedi. Tam bir saat sonra neşe içinde geldi, şaşırdık. “Allah iyiliğini senin iyiliğini versin. Falanca komşumuzun kocası dışarıda. Ekmeği isteyen de o hanım” dedi. Babam “Niye geciktin?” deyince annem, “Oradaki kahvaltı bizimkinden daha iyiydi, komşu bırakmam deyince de yorulduğuma değsin deyip oturdum komşumla bir güzel kahvaltımı yaptım” dedi ve ekledi “Bir daha bilmediğin kimseye ekmek alma.”
Alt katta otururken evin bahçesi ve altıgen havuzu (süs havuzu gibi) bizim oyun alanımızdı. Bahçesinde bir mutfak bir depo bir de özellikle kurban beslediğimiz bir yer vardı. Kurban Bayramı yaklaşınca babam fabrikadan gelip bahçede bulunan dut ağacının önüne küçük iskemlesini, biraz ilerisine de masa ve sehpa arası derme çatma küçük masayı koyardı. Sırtını dut ağacına dayayarak masanın üzerinde etrafı tahtayla çerçevelenmiş siyah bir taşın üzerine yağ dökerek annemden bıçakları isterdi. Annem söylenerek getirir “Ne acelesi var? Daha bir hafta on gün var” derdi. Bayramın yaklaştığını bu şekilde anlardık.
Ben babamın yanına havuz tarafına çömelerek oturur iki elim yumruk şeklinde yanaklarımda, dirseklerim dizlerimde onu seyrederdim.
-Baba bu ne? (Elimle siyah taşı göstererek)
-Bileği taşı.
-Ne işe yarıyor?
-Bıçakları keskin yapar.
-Taşa vurulunca körelir derdiniz.
-Bu taş diğer taşlar gibi değil.
Soru bitmez, cevap bitmez.
-Peki bıçak keskin olunca tehlikeli değil mi?
-Bunlar kurban keseceğimiz bıçaklar. Keskin olması lazım.
-Niye?
-Kurbanın canı yanmasın diye. Bıçak ne kadar keskin olursa hayvan o kadar az eziyet çeker.
Amacı annemi kızdırmak olan babam bir gün, az ileride, bahçenin içinde bulunan mutfakta yemek yapan anneme seslendi “Şişlerimiz tamam mı? Eksiğimiz var mı?” Annem de içeriden çıkmadan “Var var” diye cevap verdi. Aradan kısa bir süre sonra babam tekrar “Mangalımız sağlam mı?” dedi. Annem daha yüksek bir ses tonuyla “Sağlam sağlam sağlam” dedi. Son bıçağı da iyice keskinleştiren babam bir kez daha “Kömürümüz var mı?” diye anneme seslenince annem bir elinde kepçe diğer eli belinde babamın karşısına dikildi ve “Sen bizim ne zaman kömürle mangal kebap yaptığımızı gördün?” dedi ve çıkışarak “Hem belki bu sene kesemeyiz, şart mı? Çocuklar okuyor, ev kira, masraf çok. Ne olur, zorlamayalım” dedi. Babam “Kurbansız kurban olur mu? Bir kurban da mı kesemeyeceğiz. Keseriz inşallah. Hiç olmazsa normal hâlli bir tane keseriz” dedi.
Babamdan başkasını bana yeryüzünde merhamet sahibi olarak gösterin deseler gösteremezdim. Dört çocuğunun hiçbirine bir fiske dahi vurmamış, onlarla hasta olmuş, onlarla iyileşmiştir her zaman…
Şimdi yenmediği için (çok ve kolay elde edildiği için belki) çöpe giden portakal, mandalina, elma görünce içim burkulur. Bizim için bu meyveleri istemenin yolu, hasta numarası yapmaktı; biz böyle büyüdük. Kimin canı ne isterse numaradan öksürür babamın dikkatini çekerdik. Babam hemen kucağına alır “Benim kızım/oğlum hasta mı olmuş?” dediği zaman her hâlimizden numara olduğu belli olduğu hâlde devam ederdik. Başımızı sallar konuşmaya hâlimiz yokmuş gibi yapardık. Babam da “Eyvah! Çok hasta olmuş. Bunu hemen yarın doktora götüreyim” dediğinde kafamızı havaya “Yok” diye kaldırır, “O zaman portakal falan mı alayım?” dediğinde ise başımızı öne doğru sallardık. Fazla sürmez meyveler gelir, önce hasta numarası yapandan başlar, soyar ve yedirirdi. “Kardeşlerin de yesin. Onlar da hasta olmasın” der bize de meyve soyar yedirirdi. Bizi büyüttü ama merhametini de büyüttü.
Aklıma geldiğinde koluma o saati takarım ve hep bir hüzün kaplar dört bir yanımı. Neden, neden bu kadar merhametli oldun. Bu kadarı da fazlaydı. Zamanı geri çevirebilsem o zamana geri dönebilsem ısrar etmem, “Tamam baba sen istediğini al” derdim.
18-19 yaşlarında lise 2. sınıftayım. 5. sınıftan sonra hem okula gidiyorum hem marangozluk yapıyorum çırak olarak. Saat merakı nereden geldi bilmem ama bazen babamın bazen başkasının kolunda hoşuma giden saatleri alır koluma takardım. Bir gün babam “Haftalıklarını biriktir. Bu yaz Kilis’e gidince sana bir saat alalım” dedi. Her sene yıllık izninde Kilis’e gider 25-30 gün kalırdık. Bu arada domates, biber salçası, kurutmalık kışa ne lazımsa onlar yapılırdı. Önceden de masraf için birikim yapılır, para hazırlanırdı. Ben paramı (haftalıklarımı) biriktirdim. Gideceğim gün kumbarayı açtım, saydık dokuz yüz küsür lira, bin olmaya az kalmıştı. Babam daha önceden........
© İnsaniyet
visit website