menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Zehra Çiğdem Özcan yazdı | Filistinliler, Suriyeli Aleviler ve ‘Uluslararası Hukuk’

11 14
25.06.2025

Geçenlerde uluslararası bir konferansta yaşlıca bir Filistinli yetkilinin konuşmasını ağlayarak yaptığına tanık oldum. Elbette çoğu insan gibi ben de orada değildim, sosyal medyada “önüme düştü”. Yine yakın zamanda ve yine sosyal medyada, uluslararası bir mahkemede şık cüppesiyle son derece agresif bir biçimde Filistin halkını savunan pırıl pırıl genç bir avukata rastladım. Yaptığı işe son derece inanmış görünüyordu ve bana sorarsanız en az ağlayan Filistinli yetkili gibi hislerinde samimiydi. Ama aralarında çok önemli bir fark vardı. Biri ölen insanlar için acı çekiyor, diğeri hukuka güveniyordu. O yüzden de biri ağlıyor, diğeri bağırıp çağırabiliyordu. Siyasi bir arenadaki çaresizlik, hukuksal bir güce dönüşüyordu. Ama esasında iki figür arasında gerçekten de bir fark var mı?

Genç avukat bir Avrupalıydı. Belli ki modern bir anayasa yürürlüğünde, hukukun üstünlüğü, eşitlik ilkesi, belirlenebilirlik ve öngörülebilirlik ilkeleri ışığında yetişmiş ve böyle bir anlayışın hüküm sürdüğü bir ülkede hukuk eğitimi almıştı. Kuvvetle muhtemeldir ki tabi olduğu anayasanın ve söz konusu ilkelerin tarihini de biliyordu. Modern anayasaların tarih boyunca nasıl şekillendiğini, feodaliteye ve Kilise’ye karşı merkezi devletin/kralın nasıl güçlendiğini ve burjuvaların yeterince güçlendiklerinde devlete/krala karşı taleplerini nasıl hukuki bir zemine oturtabildiğini, nihayetinde de kralı devirip/devirmeyip liberal ideolojinin artık tek hakim anlayış haline geldikten sonra bireyin devlet karşısında nasıl güç kazandığını biliyordu. Elbette söz konusu liberal anayasaların kaynağı olan insan haklarını da ezberlemişti. Ve ne kadar şanslıydı ki yaşamı, yirminci yüzyılın büyük savaşlarından ve keskin ideolojilerinden sonra insan haklarının yeniden parladığı, tüm ideolojiyi kendi üstüne oturttuğu bir tarihsel bir döneme tekabül etmişti.

İnsan hakları çok iddialı ve aşkın bir kavramdır. Bu iddiası ve aşkın olma hali çoğu zaman hukukun iddiasını ve aşkınlığını dahi aşar. Bilindiği üzere bu haklar, en genel anlamıyla, her insanın doğuştan sahip olduğu ve sadece insan olmasından dolayı herkese karşı ileri sürülebilecek haklar, doğal haklar olarak tanımlanıp doğal hukuk içine yerleştirilir. Sadece insan olmak, bu haklara sahip olduğunuz anlamına gelir ve bu durumda da Filistinli ya da İngiliz olmanız hiçbir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bu hakları hem ulusal hem de uluslararası mahkemelerde ileri sürebilirsiniz.

İnsan haklarının ulusal bir mahkemede ileri sürülmesi, başka bir deyişle insanın yurttaşı olduğu bir devlete karşı kendi haklarını savunması, sadece ulus devletlerden oluşan günümüzde daha berrak bir tonda açığa çıkar. İster yukarıda anılan tarihsel gelişmenin faili devletler, ister onlardan feyz alan ve alıntı kanunlarla aynı hukuk sistemine dahil olan devletler olsun, günümüzün devlet ve birey arasındaki hukuku, üç aşağı beş yukarı ve genellikle -uygulama başka bir konu olmak üzere- liberal anayasaların hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını ana ilkeler olarak kabul eden hukukuna göre belirlenir. Bu hukuka göre de bir ülkenin yurttaşı olmak devlete karşı hak talep edilebilmesinin önünü açar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, yurttaşlarının insan haklarını ihlal eden devletlere karşı bireysel başvuru yoluyla çeşitli yaptırımlar uygular vs. Buradan çıkan anlam şudur: Hukuk, liberal ideolojiye göre, bir devlete, yurttaşlarına karşı ödev ve sorumluluklar yükler ve rızai bir yönetimi sürdürebilmek için yurttaşlarının insan haklarına sonuna kadar saygı göstermek ve bu hakları uygulamakla mükelleftir. Bu anlamda da, devletin varlığı ancak bu hakları güvence altına alarak........

© İlke TV