MEŞRUİYET KAVRAMI, ÇEŞİTLERİ VE MEŞRUİYET KRİZİ!
‘Gitmeye değer yerlerin kestirmesi yoktur.’ Paulo Coelho
Etimolojik kökeni itibarıyla ve en basit tanımıyla demokrasi halkın egemenliği demektir. Demokrasiyi, tek bir kişinin egemenliği olan monarşiden, en iyinin egemenliği anlamına gelen aristokrasiden, azınlığın egemenliği olarak tanımlanan oligarşiden ayırt eden özelliği budur.
Demokrasinin yukarıda sözü edilen yönetim biçimlerinden farklı olan önemli bir diğer özelliği ise negatif karakteridir. Zira çoğunluğun egemenliği olan demokrasi, günümüzde kimin yöneteceğinin belirlenmesinden, halkı yönetime ortak etmenin ve iktidarın meşruiyetinin kaynağı olan seçimden daha fazla şeyleri ifade eder. Ki bunların en başında: halkı zorbalıktan korumak ve özgürleştirmek için siyasi iktidarın sınırlandırılması, yani kuvvetler ayrılığı ilkesi; yönetimde keyfiliği önlemek için siyasi iktidarın hukukla bağlanması, yani anayasacılık: devletin asli görevlerinden olan adaleti sağlayacak bağımsız ve tarafsız yargı organının hayat vereceği ve devletin diğer organlarının her koşulda bağlı olacağı hukukun üstünlüğü ilkesi; farklı düşüncelerin ve inançların kurucu unsur olarak kabul edilmesi; bunun gereği olarak azınlıkta olanların hak ve özgürlüklerine saygı duyulması ile bunların korunması; siyasi ve ahlaki eşitlik üzerine kurulu politikaların takip edilmesi; idari ve mali yönden şeffaf bir yönetimin olması gelir.
Türkiye’yi süratle demokrasiden, hukuktan, hukuk devleti olmaktan uzaklaştıran, devleti ve siyasal iktidarı kişiselleştiren bütün bunların, siyasal ve hukuksal alana bir yansıması vardır. Bu yansımanın siyaset dilindeki karşılığı ‘meşruiyet krizi’dir.
Latince ‘legitimare’ sözcüğünden türetilen meşruiyet kavramı genel olarak ‘yasallık/hukukilik’ anlamına gelir. Siyaset felsefecilerinin ahlaki ve rasyonel bir ilke olarak kabul ettikleri meşruiyet kavramı, yurttaşların siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını oluşturur. Bu anlamda meşruiyet bir kural sistemine, yani hukuksal ve anayasal sisteme itaat etmeye rıza göstermektir. Öyle ki, merkezinde ‘halkın rızası’ olan meşruiyetin varlığıyla yurttaşlar; devlete saygı göstermeye, devletin yasalarına itaat etmeye, siyasal iktidarın otoritesini kabullenmeye kendilerini mecbur hissederler.
Alman iktisatçı ve toplumbilimci Max Weber’e göre siyasal meşruiyetin kaynağı, bu bağlamda yurttaşların bir rejime itaat etmelerini sağlayan nedenler farklı ve değişiktir.
Weber’e göre ilk siyasi meşruiyet tipi gelenek ve görenekler üzerine temellendirişmiş olan ve her zaman mevcut olduğu için meşru kabul edilen ‘geleneksel meşruiyet’tir. (Andrew Heywood. (1997) Politics. Macmillan Press Ltd. Sayfa: 194)
Weber’in geliştirdiği ikinci meşruiyet biçimi ‘karizmatik meşruiyet’tir. Bu meşruiyette yönetenin otoritesi, yönetenin kişiliğinde mevcut olan güce, yani karizmaya dayanır. Teolojik bir kavram olan karizma ‘Tanrı vergisi’ anlamına gelir. Sosyo-politik bir kavram olarak karizma, diğer insanlar üzerinde psikolojik açıdan denetim kurmak suretiyle liderlik oluşturma yeteneği olan cazibe veya kişisel güç demektir. Bu meşruiyet biçiminde lider, yanılmaz ve tartışılmaz bir önder, bir mesih, halk ise lidere itaat etmek zorunda olan muritlerdir. (Andrew Heywood. (1997) Politics. Macmillan Press Ltd. Sayfa: 192-193-195)
Weber’in kabul ettiği üçüncü meşruiyet tipolojisi, modernleşme sürecinde ortaya çıkan ve o nedenle modern devletlerde görülen, dolayısıyla 20 ve 21. Yüzyılların meşruiyet biçimi olan ‘yasal-rasyonel meşruiyet’tir. (Andrew Heywood. (1997) Politics. Macmillan Press Ltd. Sayfa: 192-193-195)
Bu meşruiyet biçiminde yöneten, yönetme otoritesini yasalarda açıkça tanımlanmış olan kurallardan alır. Yani meşruiyetin kaynağı hukuktur, başta Anayasa olmak üzere, Anayasaya uygun olarak yürürlüğe konulmuş olan yasalardır. Yöneten irade yetkilerini mevcut olan kurallardan, yani hukuktan alır, devleti bu kurallara göre yönetir. Hukukun koyduğu kurallar yöneten konumunda olanları bağladığı ve sınırlandırdığı için yöneten her istediğini yapamaz, keyfi davranamaz.
Demokratik rejimlerde adil ve özgür biçimde yapılan seçimler sonucunda halkın çoğunluğunun desteğini alan bir siyasi parti iktidar olur ve devleti yönetme yetkisini kazanır. Bu yolla kazanılan yönetme yetkisi/otoritesi Weber’in tanımladığı biçimiyle ‘yasal-rasyonel meşruiyet’tir. Ne var ki, iktidara geliş biçimiyle yasal ve meşru olan iktidar, iktidarda kaldığı süre içinde de icraatlarıyla, yaptıkları ve yapmadıklarıyla Anayasa’ya, yasalara, hukuka, hukukun evrensel kurallarına, taraf olduğu uluslararası sözleşmelere uygun davranmak zorundadır. Yani sadece iktidara geliş biçimiyle değil, iktidarda kalış biçimiyle, iktidar olarak yaptığı iş ve icraatlar ile de yasal-rasyonel olmak zorundadır.
Aksi halde, yani halk tarafından kabul görmeyen siyasalar içinde olduğu takdirde, meşru olarak kazandığı siyasi otoritesinin yasallığı, hukukiliği, meşruiyeti sorgulanır hale gelir. Meşruiyetin sorgulanmasının ardından meşruiyet kaybı gelir. Zira iktidar halkın rızasına dayanır, halkın rızasının sona erdiği durumda, iktidar da meşruiyetini yitirir.
Meşruiyeti zora giren ve sorgulanır hale gelen iktidarların başvuracağı en önemli araç baskı, sistematik korkutma ya da açık şiddete yol açan boyun eğdirmedir. Baskının amacı, kitleleri siyasetin dışında tutmak, onları ifade araçlarından yoksun bırakmak, bu suretle iktidarın sürdürülmesini sağlamaktır. Bu siyasi araçlarla olduğu kadar psikolojik araçlarla da yapılır. Baskıcı rejimler, yarattıkları korku iklimiyle; seçimleri, partileri, sivil toplum örgütlerini, yazılı ve görsel basını, yargıyı, bürokrasiyi ya zayıflatarak iş yapamaz hale getirirler ya da ortadan kaldırırlar.
Aile ilişkilerinden, arkadaşlık, dostluk gibi kişisel ilişkilerde, çalışanların gerek birbirleriyle gerekse işverenleriyle olan ilişkilerinde, şirket ortaklarının ve paydaşlarının gerek kendi aralarındaki ilişki de, gerekse müşterileriyle olan ilişkilerinde, her türden ticari ve ekonomik ilişkide, ulusal ve uluslararası ilişkiler ile küresel ekonominin işleyişinde olduğu gibi siyaset ve yönetim biliminde, yani seçen seçilen ilişkisinde en önemli unsur güvendir.
Kendisini ilke merkezli yaşam ve liderliğin öğretilmesine adamış olan yönetim ve yaşam gurusu Dr. Stephen R. Covey, ‘Güven’ diyor ve şöyle devam ediyor; ‘Güven yalnızca güvenilirliğin meyvesi değildir; aynı zamanda motivasyonun da köküdür. En yüksek motivasyon biçimidir.’
Günümüzde güven, sadece ahlaki bir değer, bir iç ses değil, emek kadar, sermaye kadar, üretim kadar aziz bir şeydir, elle tutulur, gözle görülür bir şeydir, somut bir şeydir. Ticarette olsun, ekonomide olsun, siyasette olsun hemen her şeyi etkileyen, değiştiren bir şeydir. En önemlisi gitti mi asla geri gelmeyecek ve onarılamayacak olan bir şeydir. Aile ilişkilerinde de, arkadaşlık dostluk ilişkilerinde de, iş ilişkilerinde de, ticari yaşamda ve nihayet siyasi yaşamda gitti mi bir daha geri gelmeyecek olan bir şeydir.
Benim bu yazıyı yazmaktan amacım, çağımızın yaşayan en önemli düşünürlerinden birisi olan Jurgen Habermas’ın, sosyolojik ve siyasal çalışmalarından birisi olan kapitalist toplumların karşı karşıya oldukları veya daha henüz olmasalar dahi, bir gün karşılaşmaları olası bulunan kriz eğilimleri konusundaki görüş ve değerlendirmelerini sizinle paylaşmaktır.
Bu paylaşımda ağırlıklı olarak, İngiliz siyaset bilimci David Held’in Türkçeye çevrilmemiş olan ‘Political Theory and The Modern State/Siyasal Teori ve Modern Devlet’ isimli kitabında yer alan ve David Held’in John B.Thomson ile birlikte kaleme aldıkları ‘Crisis Tendencies, Legitimation and The State/Kiriz Eğilimleri, Meşruiyet ve Devlet ’ isimli makalenin genişletilmiş ve düzeltilmiş versiyonu olan ‘Legitimation Problems and Crisis Tendencies/Meşruiyet Problemleri ve Kriz Eğilimleri’ isimli makaleyi izleyeceğim.
Habermas’ın krizler üzerine olan çalışması, kendisinin ‘geç kapitalizm’ olarak nitelendirdiği sosyolojik ve siyasal olgunun incelenmesi üzerinedir. Habermas’a göre çıkış noktası alt sistemler olan, yani ekonomik, siyasal ve sosyo-kültürel nedenlere bağlı bulunan ve sistem krizleri olarak isimlendirilen iki çeşit kriz vardır: ‘Ekonomik Kriz’, ‘Rasyonalite Krizi.’ Bu krizler de kimlikleri temelinde ikiye ayrılır: ‘Meşruiyet Krizleri’ ve ‘Motivasyon Krizi.’
Habermas’a göre, günümüzde kapitalist toplumlar bu dört ihtimalden birisi olan kriz eğilimlerinin tehdidi ve tehlikesi altındadır. Bu durum aslında kapitalist toplumun temel çelişkisinin kaçınılmaz bir sonucudur. Öyle ki, diğer faktörler eşit olduğunda, ya tüketilebilir değerler gerekli miktarda üretilmediği için ekonomik kriz vardır veya gelecekteki rasyonel kararlar gerekli miktarda alınmadığı için rasyonalite krizi vardır veya genel motivasyon gerekli miktarda üretilmediği için meşruiyet krizi vardır; ya da faaliyet motivasyonunun anlamı gerekli miktarda yaratılamadığı için motivasyon krizi vardır. Buradaki gerekli miktarda ifadesi, alt sistem ürünleri anlamında ölçüyü ve miktarı ifade eder: ki bunlar ‘değer, idari karar, meşruiyet ve anlam’dır.
Habermas, Marks’ın gelişmiş kapitalist toplumların krize eğilimli oldukları yönündeki görüşüne katılmakla birlikte, bu krizin ekonomik alandan daha ziyade düşünce ve siyaset alanında ortaya çıkacağı, bu bağlamda, devletin ekonomik sorunları çözse dahi, meşruiyete ve motivasyona dair sorunlarla ve krizlerle karşı karşıya kalacağı düşüncesindedir.
Yine Marks’ın kapitalizmin sonunu ekonomik krizin getireceği yönündeki öngörüsüne karşı çıkan Habermas, geç kapitalist ülkelerde devletin bu çeşit bir krizi geciktirmek ve önlemek için araya girebileceğini ve bunda da bir ölçüde başarılı olabileceğini ileri sürer. Ona göre burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket edecek ve onun gücünün dayandığı ekonominin dengede kalmasını sağlamayı tercih edecek olan devletin bu politikası, toplumsal dengeyi bozacak, böylece ekonomik kriz ertelenmiş olacak ve fakat bu durum beraberinde meşruiyet krizini getirecektir.
Nitekim İngiliz siyaset bilimci Andrew Heywood, Liberte Yayınları tarafından Türkçeye çevrilerek ‘Siyaset’ adıyla yayınlanan ‘Politics’ isimli özgün eserinde, Habermas’ın kapitalist toplumlarda sadece halkın rızasını kazanarak siyasi istikrarı........
© Hukuki Haber
