menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

ANAYASACILIK, ANAYASA ARAYIŞLARI VE TÜRKİYE

13 0
15.05.2025

Ostim Teknik Üniversitesi tarafından 15 Mayıs 2025 günü, yani bugün yapılması gereken “Anayasacılık, Anayasa Arayışları ve Türkiye” konulu panel ne yazık ki iptal edildi.

O nedenle, bu panelde yapacağım konuşmayı aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.

Sevgili Öğrenciler,

Değerli Hocalarım,

Sayın Konuklar,

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, bu etkinliğe konuşmacı olarak davet edildiğim için Ostim Teknik Üniversitesi Yönetimi’ne ve bu paneli düzenleyen Kurul Üyelerine teşekkür ediyorum.

Değerli Konuklar,

Ben konuşmama anayasacılık, anayasal devlet, Batıdaki ve Türkiye’deki anayasa arayışları ve hareketleri ile başlayacağım ve daha sonra Türkiye’nin nasıl bir anayasaya gereksinimi olduğu konusu üzerinde duracağım.

Bilindiği üzere anayasacılık sürecinin başlangıç noktası, hukuki ve siyasi niteliği itibariyle bir anayasa olmamakla birlikte, anayasacılığa giden yolda çok önemli bir aşama, deyim yerinde ise bir kilometre taşı olan Magna Carta Libertatum’dır. Zira Magna Carta Libertatum, anayasacılığın özünü oluşturan, bu bağlamda siyasi iktidarı, yani kralın yetkilerini sınırlayan ve ‘limited government/sınırlı devlet’ anlayışını öngören siyasi ve hukuki ilk dokümandır.

Buna göre anayasa, bir devletin esas teşkilatlanmasına, yani devletin temel kurumlarının düzenlenmesine, bu kurumların yetkilerinin belirlenmesine ve yanı sıra birey hak ve özgürlüklerinin tanınması ile güvence altına alınmasına ilişkin bir kurallar manzumesidir.

Nitekim dünyanın ilk yazılı anayasası ve anayasa kavramının türedildiği Amerikan Anayasası’nın İngilizcesi “constitution” sözcüğüdür ve bu sözcüğün Türkçe karşılığı “esas teşkilatlanma”, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nın ismi, “Teşkilatı Esasiye” ve 1961 yılına kadar Anayasa Hukuku’nun ismi de “Teşkilat-ı Esasiye Hukuku”dur.

Anayasa sözcüğü bizim hukuk literatürümüze 1961 Anayasasıyla ve 1961 yılına kadar Esas Teşkilatlanma Kanunu denilen temel kanuna “anayasa” denilmesiyle girmiştir.

Her ne kadar anayasa sözcüğü, anayasanın bütün yasaların anası olduğu izlenimi veriyor veya bunu çağrıştırıyor ise de böyle bir durum söz konusu değildir, yani anayasa bütün yasaların anası olmadığı gibi, bütün yasalar da anayasadan türemezler veya türetilmezler. Anayasa sadece bir üst normdur ve “normlar hiyerarşisi” ilkesine göre ülkedeki herkesi, yani özel veya tüzel her kişiyi ve kurumu bağlayan en üstün yasadır. Dolayısıyla hiçbir alt norm, bu bağlamda hiçbir yasa, yönetmelik, tüzük ve benzeri düzenlemeler anayasaya aykırı olamaz.

Bu açıklamalar çerçevesinde demek gerekir ki, özü, sözü ve işlevi itibariyle üstün ve hukuki olmaktan daha ziyade siyasi alana ait bir norm olan anayasanın iki temel işlevi vardır. Bunlardan birincisi ve daha önde geleni, birey hak ve özgürlüklerini teminat altına almak için siyasi iktidarı sınırlandırmak; ikincisi ise devletin esas teşkilatlanmasını, yani örgütlenmesini tesis etmek, temel kurumlarını ve bu kurumların yetkilerini belirlemektir.

Buna göre gerek özgürlüklerin korunmasında gerekse eşitliğin sağlanması ile adaletin gerçekleştirilmesinde, iktidar temerküzünü ve iktidarın sahip olduğu yetkileri istismar etmesini önlemek için biçimlendirilmiş bir dengeleme ve denetleme sistemi olan anayasacılığa gereksinim vardır.

Gerçekte, anayasa kavramının dayandığı, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve bu yolla siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi düşüncesi modern bir düşüncedir. Zira bu düşünce, modern dönemde ve Avrupa’da mutlakiyetçi yönetimlerin gerilemesine bağlı olarak devlet gücünün denetlenmesi için yararlanılabilecek teknikleri arama çabası sonucunda doğmuştur.

Anayasa kavramının ortaya çıktığı modern çağa egemen olan düşünce, insanların, aklın keşfettiği ve o aklın da tabi olduğu doğal yasalarca yönetilen bir dünyaya ait olduğuna vurgu yapar, insanı tarihsel dünya içinde konumlandırır, bu amaçla siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını Tanrısal bir vahiye dayandırarak meşrulaştırmaya çalışan örgütlenme ve egemenlik biçimlerine karşı çıkar.

Devlet iktidarının birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması çabası olarak, az yukarıda çerçevesi çizilen düşünce ikliminin egemen olduğu modern çağda anayasacılık, “sınırlı devlet/limited government” anlayışını gerçekleştirecek bir kurumsal düzenleme arayışı içindeki liberal siyasal düşünceyle, kuvvetler ayrılığı ilkesiyle, doğal hukukla, sosyal sözleşme teorileriyle ve esas olarak İngiliz hukukçusu Locke’un sosyal sözleşme teorisiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Nitekim dünyanın ilk yazılı anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın hazırlanma sürecindeki tartışma ve görüşler ile Amerikan Anayasası’nın kurucu babalarına egemen olan siyasi felsefeyi yansıtan en temel belge olan Federalist Külliyatta yer alan bilgiler, Amerikan Anayasası’nın temel referansının doğal hukuk öğretisi, kuvvetler ayrılığı ilkesi, özellikle Locke’un sosyal sözleşme teorisi ile bunlardan türetilen siyasi iktidarın sınırlandırılması düşüncesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

O nedenle, Amerikan Anayasası’nı hazırlayanlar, birey hak ve özgürlükleri yönünden en büyük tehlike olarak gördükleri iktidar temerküzünü, bu bağlamda iktidarın bir kişinin, bir organın veya bir kurulun elinde toplamasını önlemek amacı ile “denetleme ve dengeleme/check and balance” olarak isimlendirilen, birbirinden bağımsız ve birbirini denetleyip dengeleyen bir model olarak kuvvetler ayrılığı ilkesini, çift meclisi, başkanlık sistemini ve federal bir devlet biçimini tercih etmişlerdir. Başka bir deyişle güç temerküzünü önlemek için gücü, yani iktidarı her alanda ve konuda bölmüşlerdir.

Amerikan Anayasası’nı izleyen Fransız Anayasası’nı hazırlayanların anayasa kavramından anladıkları da kralın iktidarını sınırlayan hukuki ve siyasi bir metindir. Nitekim iktidar temerküzünün önüne geçilebilmesi, siyasal iktidarın kullanımının paylaşılmasının ve bu yolla iktidarın sınırlandırılmasının bir aracı olarak, Fransız Anayasası’ndan önce hazırlanan 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesi “Hakların güvence altına alınmasının sağlanmadığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin benimsenmediği toplumlar asla anayasaya sahip değildirler” hükmünü ortaya koymuş ve Fransızlar 1791, 1795, 1848 tarihli ve daha sonraki anayasalarında da bu ilkeye bağlı kalmışlardır.

Ne var ki, anayasalar sadece bir haklar ve özgürlükler listesi hazırlanarak yapılmaz, yapılamaz, yapılmaması gerekir. Zira anayasalar, hakların ve özgürlüklerin yanı sıra, bu hakların ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, iktidarların bu hakları ve özgürlükleri çiğneyemeyeceği, bu hakların ve özgürlüklerin özellikle siyasi iktidarlara karşı korunacağı bir sistem inşa edilerek yapılabilir. Bu yapılmadığı takdirde, insanlar, anayasaları önemli bir farklılık ve güvence yaratmayacak sıradan metinler, yazılı kâğıt parçaları olarak görmeye başlarlar. Dolayısıyla bu türden anayasalara değer vermezler ve güvenmezler.

Her ne kadar mevcut tarihi kayıtlar ve kanıtlar, İngilizlerin Cromwell zamanında ve sonrasında, adını anayasa olarak koymamakla birlikte, anayasa kavramı ve kurumu üzerinde çalıştıklarını göstermekte ise de İngilizler tarafından yazılı veya sözlü olarak böyle bir metin, yani bir anayasa metni ortaya konulmuş değildir.

Buna göre anayasa kavramı ve kurumu, bir Amerikan icadıdır. Bu bağlamda, anayasa kavramı ve kurumu, İngilizlerin kolonisi olan yeni kıtada, yani Amerika kıtasında ve bu kıtaya Avrupa’daki ve özellikle İngiltere’deki kralların zulmünden, Kilisenin ve din adamlarının dini tahakkümünden, toprak ağası konumunda olan feodal beylerin sömürüsünden kaçıp kurtulmak için gelen , önce koloniler kuran, sonra bağımsızlık ilan eden ve en sonunda da devlet kuran püritenlerin Amerika Birleşik Devletleri’nde “constitution” adıyla ve 1787 tarihli Amerikan Anayasa’sıyla vücut bulmuştur.

1787 tarihli Amerikan Anayasası’nı şekillendiren, bu anayasaya ruhunu ve özünü veren düşünceler ve ilkeler ise, Virginia Haklar Bildirgesi ile Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’dir. Nitekim Amerikan Anayasası’nın 1787 tarihli ilk metninde yer almayan ama Virginia Haklar Bildirgesi’nde yer alan temel haklara ilişkin hükümler, Amerikan Anayasası’na 1791’de yapılan değişiklikle eklenmiştir.

Hükümetlerin seçilme ve iktidara geliş biçimlerinden ve süreçlerinden daha çok, ne yapmayı amaçladıkları, neyi nasıl yaptıkları ile ilgili olan “anayasal demokrasi” ve onun devlet biçimi olan “anayasal devlet”, klasik liberalizmin kurucu değerleri olan bireye, temel hak ve özgürlüklere, akla, kanun önünde eşitlik ilkesine, hoşgörüye, rızaya, barış temelinde bir arada yaşama anlayışına dayanmaktadır.

Ama anayasa düşüncesi ve kurumu en az bunlar kadar ve hatta bunlardan daha çok, temel hak ve özgürlükleri korumak ve güvence altına almak için kuvvetler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına, yargıç tarafsızlığına, laiklik ilkesine, adil yargılanma hakkına, bütçe hakkına dayanmakta ve bu amaçla hukuk devleti ile hukukun üstünlüğü ilkesini siyasetin merkezine koymaktadır.

Anayasal Demokrasi/Anayasal Devlet” anlayışına göre devlet, kutsal bir varlık olarak değil, insani ve hukuki bir kurum, yani bir hizmet organizasyonu olarak anlaşılır ve bu şekilde örgütlenir. Meşruiyetini, insan haklarından, halkın egemenliğinden alan bu devlet biçiminde; her alanda ve her anlamda şeffaflık ile sivillik, siyasi iktidarların denetlenebilirliği ve hesap verilebilirliği esastır. Aksi halde o devlet anayasal bir devlet değil, sadece anayasası olan bir devlet olur.

Bunun sağlanabilmesi için de gerek devletin örgütlenmesinde gerekse kamu kurum ve kuruluşlarının yapısının, işleyiş biçiminin ve hukukun oluşturulmasında, yurttaşların, devletin asli üyesi olarak kamusal ve bireysel özerkliklerinin ve yine devlet ile sivil toplum arasında aracılık yapan kamusal alanın bağımsızlığının korunması esastır.

Siyasal sistemler, anayasa olmaksızın, herhangi bir yasama organı ve hatta yargı organı olmaksızın, siyasal partiler olmaksızın öyle ya da böyle işleyebilir. Ama devlet siyasasını oluşturan ve çalıştıran bir yürütme organı olmaksızın ayakta kalamaz. Onun için siyasal bir sistemin veya bir devletin “olmaz ise olmaz” organı “yürütme organıdır.”

Ne var ki, sadece yürütme organının var olduğu, yürütme organının hesap verebileceği seçilmiş bir yasama organının, bu organın tasarruflarını hukuken denetleyecek bir yargı organın bulunmadığı bir siyasal sistem uzun süre ayakta kalamaz, kalsa da meşru ve demokratik olmaz.

Zira her türlü iktidar kötüye kullanılabilir. Kullanılmıştır da. Ama dünya siyasi tarihi bize göstermiştir ki, en çok kötüye kullanılan iktidar yürütme iktidarıdır. Zira yürütme iktidarı sübjektif olmakla, hemen her yerde ve bütün zamanlarda keyfi bir şekilde kullanılmış, birey hak ve özgürlükleri konusunda en büyük tehdit ve tehlike olmuştur.

O nedenle, anayasacılığın özüne uygun biçimde örgütlenmiş olan devletlerde ve demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal demokrasilerde, sistemin sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlayan mekanizma, her üç kuvvetin birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi esası üzerine kurulu olan kuvvetler ayrılığı ilkesidir.

Bu ilke gereğince, yürütme iktidarı, anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır. Esasen klasik demokrasi anlayışı ile anayasal demokrasi anlayışı arasındaki gerilim veya gerginlik de bu noktadadır. Öyle ki, seçilmişlerin atanmışlara üstünlükleri ilkesi üzerine kurulu olan klasik demokrasi anlayışının aksine, günümüzde egemen olan anayasal demokrasilerde ister seçilmiş ister ise atanmış olsun anayasal ve kamusal yetki kullanan her kişi ve organ, kendisine verilmiş olan yetkiyi, başta anayasa olmak üzere yasalara, hukukun üstün ve evrensel kurallarına bağlı olarak kullanabilir.

Yine klasik demokrasi anlayışı, iktidarın, çoğunluğun seçtiği tek elde toplanmasına izin ve olanak verirken, anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür. Yönetme yetkisini seçimle gelen çoğunluğa verirken, bireylerin, azınlıkta ve farklı olanların haklarını korur, bu amaçla devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandırır.

Bu bağlamda, çoğu ülkede yürütme organının yasama organına da hükmettiği dikkate alındığında, her üç kuvvet içinde denetleme ve dengeleme işlevini yerine getirecek, bu bağlamda birey hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak, yasama ve yürütme organlarını denetleyip dengeleyecek olan erk yargı erkidir.

O nedenle, devletin kurallarla, yani hukukla yönetilmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, bağımsız ve tarafsız bir yargı organının mevcudiyetidir.

Bütün bunlar olmazsa veya olup da bunlara uygun davranılmaz ise ne olur? Ne olacağını Hindistan asıllı Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria “Özgürlüğün Geleceği/Yurtta ve Dünyada İlliberal Demokrasi” isimli özgün eserinde söylüyor ve şöyle diyor; “…Demokratik yönetimin özünü çoğunluğun mutlak egemenliği oluşturmakla, demokraside baskı tehlikesi topluluğun çoğunluğundan gelir. Birey ve azınlık haklarının korunması için var olan ve bilinen önlemler alınmadığı takdirde, gelişmekte olan ülkelerin geride kalan son on yılda yaşadığı demokrasi deneyiminde görüldüğü üzere, çoğunluk, kimi zaman sessizce, kimi zaman gürültülü biçimde kuvvetler ayrılığı ilkesini eritir, insan........

© Hukuki Haber