menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

"Sandık, içinden AKP çıkarsa kutsal oldu"

24 1
07.07.2025

"AKP-MHP ittifakının ideolojik hegemonya iddiası bitti" diyor siyaset bilimci Güven
Gürkan Öztan. Yeni kitabı "Merkez'den 'Uç'lara"da, neoliberal dönemde yani 1983-2002
arasında Türkiye'de sağ siyasetin dönüşümünü anlatıyor. Ben onu biraz da bugünlere
çektim ve sıcak siyaseti anlamak için sorular sordum. İşte, "Merkez sağı içinde eriten AKP,
2010 sonrasında onu 'aşma' evresine girdiğinde artık rejim değişikliğine giden yola gözünü
dikmişti"
diyen Öztan'ın cevapları...

Kitapta 1983-2002 yılları arasında Türkiye’de sağ siyasetin nasıl şekillendiğini
anlatıyorsunuz. Bu yıllar arası sağ siyaseti belirleyici temel faktörler neler oldu?

1983-2002 arasında birçok belirleyici faktör var. Bunların başında Türkiye’de yaşanan
neoliberal dönüşümün tetiklediği etmenleri ilk sıralara yazmak gerekir. 1982 Anayasası'nın
yürütme organına tanıdığı imkânlarla birleşen neoliberalleşme süreci, Meclis ve yargı
denetiminden kaçmayı marifet sayan bir iktidar tipi yarattı. ANAP’ın KHK’lar ile kamu
idaresine biçim vermesi bu duruma örnektir. Bir diğer etmen, askeri bürokrasinin
yürütmenin aktif bir ortağı haline gelmesidir. Merkez sağ siyasetler her ne kadar “milli
irade” vurgusu yapsa da, merkez sağ kadrolar özellikle 1990’larda güvenlik devletinin
inşasında önemli rol oynamıştır. Biz bu sürecin faili meçhullerden siyasi suikastlara uzanan
karanlık yüzüne dair hâlâ doyurucu bilgiye sahip değiliz.
Siyasetin finansmanı, devlet teşvikleri ve özelleştirme konuları başta olmak üzere siyaset
ile ekonomi arasındaki ilişkinin karmaşıklaşması belirleyici bir diğer faktördür. İş
çevreleriyle içli dışlı bir siyasetçi profilinin baskın karakter olması ve iş insanlarının
kamusal görünürlüklerinin artması zaman içinde normalleşti. 1990’ların iktisadi krizleri
içerisinde siyasetin yeni rant alanları yaratmakla özdeş bir faaliyet olarak görülmesiyle
merkez siyasete olan güven azaldı.
Kürt sorununun ve PKK saldırılarının 1983-2002 arasındaki dönemde siyaset, bürokrasi ve
demokratik toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyecek bir noktaya geldiğinin de
altını çizmeli. 1990’larda MHP’nin yükselişini, merkez sağ ile MHP arasındaki ilişkinin
dönüşümünü ya da Refah Partisi (RP) ile MHP arasındaki gerilimin yükselmesini Kürt
sorunundan bağımsız düşünemeyiz. Sağ siyasette aktörler arasındaki ilişkiler Kürt
sorununda takındıkları tutuma göre yeniden belirlendi.
Bu döneme mührünü vuran bir başka gelişme, Körfez sermayesinin bankacılık sektörü
üzerinden Türkiye’ye sokulması ve buradaki sermaye birikiminin daha sonra MÜSİAD
olarak karşımıza çıkan sermaye fraksiyonunu oluşturmasıdır. 1990’larda sermaye
fraksiyonları içindeki gerilimin yükselmesinin siyasal alana net yansımaları vardır.
TÜSİAD’ın ANAP ve DYP’yi “büyük koalisyona” ikna etme çabalarını da MÜSİAD’ın
RP’siz koalisyonlara set çekme çabalarını da ancak bu gerilimi dikkate alarak
anlamlandırabiliriz. Hepsinin geldiği yer ise 2000’lere devredecek hükümet sistemi
tartışmaları olacak.

80’lerde sağın sağla rekabetini görüyoruz. 80 ve 90’larda iki merkez sağ parti vardı
ANAP ve DYP. Şimdi merkez sağ yok mu? Bu tanım kalktı mı?

Türkiye’de merkez sağın ana aksı Demokrat Parti (DP) ve devamı olan Adalet Partisi'dir
(AP). 1980 kırılması bu geleneğin temsilciliğine soyunmayan ANAP’ın yükselişine zemin
hazırladı. ANAP, meşruiyetini “yeni” olduğu iddiasına dayandırmıştı. Başka çaresi de
yoktu ama politikayı kavrama ve uygulama bahsinde DP-AP ile birçok ortak noktası vardı.
1980’lerin ikinci yarısında DYP, ANAP’tan farkını ortaya koymak adına geleneğe daha
çok atıf yaptı. Bununla birlikte her iki parti de DP-AP’den miras kalan yöntemle kendi
içindeki aşırı unsurları kâh küçük ödünler vererek kâh pasifize ederek çevrelemeyi
deniyordu. Ortalama bir ANAP’lı ya da DYP’li kendisini İslamcılık ve doktriner
milliyetçilikle mesafeli bir yerde konumlandırıyordu.
ANAP ve DYP, 1990’lar boyunca irtifa kaybederek 2000’lerin başında atlatmaları
mümkün olmayan bir ideolojik, programatik bir krize sürüklendi, “yöneten siyaset” olma
iddiasını ve toplumsal tabanını kaybetti. AKP’yi var eden faktörler arasında bu irtifa
kaybının, krizden çıkış arayışının büyük payı vardır. Nitekim 2002 AKP’si, uluslararası
konjonktürün sunduğu imkânlardan yararlanmayı bildi ve iç siyasette merkez sağı
“kapsayarak aşma” iddiasıyla siyaset sahnesinde yer aldı. AB reformlarının itici gücü,
ideolojik zeminde liberaller ile ittifak, sermaye çevreleriyle iyi ilişkiler ve ANAP-DYP
birleşmesinin politik bir alternatif yaratamaması sözünü ettiğim kapsama iddiasını
kuvvetlendirdi. Menderes, Özal ve Erdoğan’ı “milletin adamları” diyerek aynı karede yan
yana resmeden afişleri hatırlayın. Erdoğan hem liberaller hem de muhafazakârlar
tarafından Erbakan’ın değil Özal’ın mirasçısı gibi düşünülüyordu. Hizmet retoriği eklem
bağıydı. Ama ne Erdoğan, Menderes ya da Özal gibi İslamcıları çevrelemekten yana bir
siyasetçiydi ne de AKP, DP ya da ANAP’tı. Nihayetinde merkez sağı içinde eriten AKP,
2010 sonrasında onu “aşma” evresine girdiğinde artık rejim değişikliğine giden yola
gözünü dikmişti.
Bugün bildiğimiz anlamıyla merkez sağ yok. Merkez sağcılar, AKP dahil farklı siyasi
partilere dağılmış ve siyasi etkinliklerini kaybetmiş durumdalar. DP ve İYİ Parti gibi
merkez sağı ihya etme çabaları da şu ana kadar olumlu bir netice yaratamadı. Zira merkez
sağı var eden sosyolojik parametreler değişti, siyasal beklentiler dönüştü, rejim meselesi
baskın mesele oldu. Şayet yeniden sivrilecek bir merkez sağ parti olacaksa o ancak AKP
sonrasında mümkün olabilir ve kadro açısından da ideolojik hedefleri açısından da geçmiş
örneklerden çok farklı bir hüviyete bürünmesi beklenebilir.

ANAP için “liberal, mukaddesatçı, hareketçi koalisyonu” diyorsunuz. Bunu biraz
açalım mı?

Elbette. ANAP, 12 Eylül sonrasının özel şartlarında doğmuş bir parti. AP’nin, MHP’nin ve
Millî Görüş geleneğinin üst kadrolarının siyasal alandan uzaklaştırıldığı bir konjonktürde
“dört eğilimi birleştirme” iddiası ile kuruluyor. Nakşibendiliğin ana kollarının, orta katman
ülkücülerin, milliyetçi-muhafazakâr entelijansiyanın, İslami kökten gelen teknokratların ve
bir kısım sermayedarın desteğiyle “kendinde sağ koalisyon” olarak vücut buluyor. AP
geçmişi olan bazı isimler, kuruluş kervanına katılsa da asıl ağırlığı aktif siyasete ilk kez
girenler oluşturuyor. 1980 öncesiyle ilişkilenmenin olağan şüpheli haline gelme riskini
barındırdığı günlerde Özal, vitrine yeni siyasetçileri koymanın taktiksel olarak prim
yapacağını öngörüyor. Muhafazakârları aynı çatı altında topladığı için örneğin Sabahattin
Zaim gibi isimlerden övgü alan Özal, liberalleri ve milliyetçileri de kadrosuna katıyor.

Böylece büyük bir uzlaşma ya da toplumsal barış projesine imza attığı izlenimini hem
askeri kadroya hem de topluma vermeye çalışıyor. Farklı kökenden gelen siyasetçileri
ANAP kimliği altında eritmeyi deniyor. Ancak partide liberaller, mukaddesatçılar ve
hareketçiler arasında hep bir itiş kakış var. Kimi zaman mukaddesatçılar ve hareketçiler
birbirleriyle mücadeleye giriyor, kimi zaman ittifak yapıp liberallere karşı mevzi
kazanmaya çalışıyorlar. Özal burada bir denge sağlayıcı olma işlevi görüyor, kâh
liberallere kâh mukaddesatçı-milliyetçi kesime arka çıkıyor. 1989 sonrasında
Cumhurbaşkanı olunca bu işlevi yeteri kadar yerine getirememesi, yeni yönetimin de bu
denge politikasından kısmen vazgeçmesi ve sonra da partinin iktidardan düşmesi ANAP’ta
kazanların kaynamasına yol açıyor.
Şunu da eklemek gerekir sanırım. Özal özellikle tarikat ve cemaatlerden gelen talepleri
dikkate alarak kültür ve eğitim alanında mukaddesatçı kanadın önünü açmıştı. Böylesi
hamleler partideki seküler liberal kanat tarafından........

© HalkTV