Bazen böyle olur
“Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler kaçınılmaz olur.” Albert Sorel
(Değişen bir dünyayı, Tanpınar çağını konuşacağımız yerde ne diye on dört yaşıma döndüm. Aradan koca 27 yıl geçmiş, köprülerin altından ne sular akmış. Çocukluğun sırası mı şimdi? ‘Geçmiş geçip gitmeyendir, kapını çaldıysa misafir gibi güler yüzle karşıla ve uğurla onu. Hem yazık değil mi susturduğun o çocuğa. Tanpınar’ın Huzur’unun bir yere kaçtığı yok. Haklısın… Güzel çocuk, neler oldu? anlatmak ister misin? Oluuur…)
Annem, sütümü bitirmemi söylerken portmantoda bir şey arıyordu. Evden çıkarken bana şalı uzattı. Mevsim kış ise de hava çok soğuk sayılmazdı. Üzerime fazladan yük almak istemiyordum. Annemin, rüzgâr çıkar, ayaz iner, otobüs bozulur,…sıralı cümleleri uzamadan şalı koltuk altıma sıkıştırıp otobüs durağına seğirttim.
Liseye başladığım günden beri çok heyecanlıydım. Akranlarımın doktor, avukat, mühendis olmak istediği zamanlarda ben edebiyat okumak istiyordum. Ortaokul arkadaşlarımın basit şakalarına kulak tıkayıp kararlılıkla, edebiyat okuyacağım diyordum. Babamın aldığı gazetelerden birinde okumuştum. İstediğimiz şeyleri yüksek sesle dillendirirsek akit gibi bir niyet bırakırmışız yeryüzüne. Olmazları olduran, dolmazları dolduran, solmazları solduran büyük sebep bizden çıkıp arşa asılan bu sözlermiş. Yazılana zaafımdan mı? her şeye kolay inandığımdan mıdır? ben bu yazıya şeksiz şüphesiz inandım.
Edebiyat okumanın ilk adımı liseden geçiyordu. Bunun için semtimizdeki liseye değil, evimizden oldukça uzaktaki bir liseye gönüllü kaydoldum. Edebiyat fakültesi için hangi liseye gitsem daha iyi olur, bilmiyordum. Tövbekâr babam, beni İmam Hatip Lisesine yazdırdığında aklımdaki tek şey, okumak için, değil şehrin, dünyanın öteki ucuna gidebileceğimdi.
Eski yaşantısındaki tüm günahları silmek isteyen babam, son zamanlarda, içkiden, kahveden kopmuştu. Hep birlikte sohbet kasetleri dinlemeye, beş vakit namaz kılmaya başladık. Annemle birlikte ben de başörtü taktım. Babam sevindi. O mutluysa hepimiz mutluyduk. Babamın yuvaya dönüşüne, aile huzurumuza dair umutlarımız bizi yeni istikamete döndürdü. Hayatımızda bütün taşlar yerinden oynadı. Alışılandan farklı ve acemi halime çevreden gelen tepkilere inciniyordum. Bu yüzden çok sevdiğim insanlardan kaçıyordum. Türkçe öğretmenimi uzaktan görüp yolumu değiştirdiğim gün İmam Hatip Lisesinin benim için en iyi tercih olduğundan emin oldum. Dışlanmayacağım bir okul fikri bana iyi geldi.
Yaşadığımız şehrin büyüklüğü yanında çok küçüktüm. Bir sahil şehrinde yaşayan babaanneme ailecek ziyaretlerimiz dışında semtimden hiç ayrılmamıştım. Her sabah, alaca karanlıkta otobüs durağında beklemek, bir insan selinin ortasında ezilmeden otobüse binebilmek, hareket halindeki araçta sağa sola savrulmak, yanlış durakta inmek yahut ineceğim durağı kaçırmak benim için ürkütücüydü. Bir buçuk ay kadar babam beni arabayla okula bırakıp aldı. Bu özel yolculuklarda sert mizaçlı babamın aslında beni önemsediğini duyumsamaya başladım. Babamın çok meşgul olduğu günlerde annem, beni otobüsle okula götürüp getirdi. Birkaç hafta içinde annem olmadan otobüsle okula gidebileceğime karar verip annemi başımdan savmayı başardım. Sabahları bin bir nasihat verip, bin bir felaket ihtimali sıralayan annemi çoğu kere duymuyor, bazen ısrarından kurtulmak için dediğine teslim oluyordum. Bu sabah da öyle yaptım. Kolumun altındaki şalla onlarca insan arasından bir yay gibi gerile, kıvrıla otobüse attım kendimi. Buğulu camlardan, ineceğim durağı görmek imkansızdı. Her durakta açılan kapıdan dikkatle dışarıya bakıyor kaç durağımın kaldığını sayıyordum. Virajlarda, cılız bedenimi bir yaprak gibi savuran körüklü otobüste, elime bu şalı tutuşturan anneme içimden söylenip durdum. (Günah olur, insan annesine söylenir mi? Zor durumlarda belki mazur görülür. Akşam annene sarıl özür dile. Tamam tamam.) Ensemdeki insanların nefeslerinden tiksinip ballı sütü kusmak üzereyken, otobüs okulumun durağına yanaştı. İnecek yolcular arasından ilk ben attım dışarı kendimi. Yüzüme çarpan serin rüzgâr yatıştırdı beni.
Okula vardığımda kapının önünde birikmiş öğrencileri ve demir kapıyı etten bir duvarla kapatmış silahlı polisleri görüp ürperdim. Hayatım boyunca bu kadar polisi bir arada görmemiştim. Polislerin silahlarının bu kadar parlak, göz alıcı, tehditkâr olduğunu da bilmiyordum. Seher teyzemin kocası, Ali Eniştem de polistir. Ailecek sık sık bir araya geliriz. Teyzemlere gittiğimizde, babamın silahının olduğu odaya girmemiz yasak, derdi kuzenim. Çocukların girmesine izin verilmeyen odada bu ürkütücü şeylerden var mıydı? hiç bilmiyordum. Eniştemin her zaman gülümseyen bir yüzü vardır. Çocuklarıyla oyun oynar, bağlama çalar, türkü söyler. Bizi lunaparka, pikniğe, dondurma yemeye götürür. Acaba o da burada mıdır? Teyzemin, ‘Ali’nin sinirleri alınmış, hiç kızmaz’ cümlesini eniştemin bir........
© Haksöz
