Sessiz salgın: Ahlaki yıkımın anatomisi
Salgın bir sabah ansızın başlamadı. Onun ayak sesleri, çok önceden duyulmuştu aslında; ama biz duymamayı seçtik. Teknolojik zaferlerle sarhoş olmuşken, insanlığımızın çürüyen temellerini görmek istemedik. Gözlerimizi büyüleyen dijital ışıklar, içimizdeki karanlığı örttü. Ta ki görünmeyen bir virüs, görünür bütün maskeleri birer birer düşürünceye dek.
Pandemi, sadece sağlık sistemini değil; değerleri, vicdanı, sevgiyi, dayanışmayı ve en çok da ahlakı test etti. Ve ne acıdır ki biz, bu testte büyük ölçüde sınıfta kaldık. Herkesin “herkes için” yaşadığı bir toplumsal hayal, herkesin yalnızca kendisi için yaşadığı bir bireyler yığınına dönüştü.
Bu yazı, salgının hemen ardından değil; onun artçı sarsıntıları içinde yazılıyor. Çünkü bu çöküş, yalnızca virüsün değil; çağımızın, sistemimizin, bireysel benliğimizin çöküşüdür. Bazen bir sessizlik kadar derin, bazen bir dijital bildirim sesi kadar sığ olan bu çöküşü anlamaya çalışacağız.
Pandemiyle birlikte insanlar evlerine çekildiğinde, aslında çoğumuz zaten içerideydik. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir içe kapanışın içindeydik. Mahremiyetin, sadeliğin, dostluğun, gerçekliğin anlamını çoktan unutmuştuk. Sosyal medya platformlarında hayatlarımızı teşhir etmeye, görünür oldukça var olmaya inanmıştık. “Ben” her yerdeydi, ama içi giderek boşalan bir “ben”di bu.
Modern insan, uzun süredir “özgürlük” sloganıyla yalnızlaşmaktaydı. Pandemi, bu yalnızlaşmayı hızlandırdı. Herkes kendi derdine, kendi sağlığına, kendi konforuna çekildi. Yardım etmek, dayanışmak, fedakârlık gibi kavramlar; yerini “uzak durmak”, “temas etmemek”, “risk almamak” gibi kavramlara bıraktı. Bencillik, ilk kez bu kadar meşrulaştı.
Toplum, birlikte yaşamanın sorumluluğunu yitirdi. İnsanlar kendini kurtarmaya odaklandı. Modern birey artık hem hâkim hem mahkûm, hem doktor hem hasta, hem yargıç hem sanık oldu. Ahlaki ölçü, kişinin kendi keyfine, konforuna ve anlık çıkarına indirgenmişti. Ortak iyilik, ortak değer, ortak ahlak; bunlar artık nostaljik kelimelere dönüştü.
İnsan, başkasına ihtiyaç duymadan mutlu olabileceğine inandırıldı. Ama bu inanç, en büyük yanılgıydı. Çünkü insan, insanla tamam olur. Başkası yoksa ahlak da yoktur. Başkasının acısı, yok sayıldığında insanlık da yok olur.
İnsanlar topluluklardan çekildiler, cemaatlerden, derneklerden, sokaklardan, çarşılardan... Kalabalıklar içinde yalnızlık büyüyordu. Modern birey “birlikte olamayan” bir varlığa dönüşüyordu. Pandemi, bu yalnızlığı daha da keskinleştirdi. Artık insan yalnız kalmak zorunda kaldı ve ilk kez kendi sesini duymaya başladı. Ama o seste yankılanan şey, çoğu zaman boşluktu.
Salgın sürecinde sosyal medya kullanımı rekor düzeyde arttı. Evde kalan insanlar, dış dünya ile bağlarını ekranlar aracılığıyla sürdürmeye çalıştı. Ancak bu bağ, yüzeysel bir bağdı. Görsel, hızlı, tepkisel ve çoğu zaman sahteydi.
Twitter'da bir gündem akıyor, Instagram'da bir kahve fincanı filtreleniyor, TikTok’ta bir dansla acılar unutturulmaya çalışılıyor… Fakat gerçek hayatın sancıları, sosyal medyanın algoritmalarına sığmıyor. Gerçek insanlar, gerçek acılar, gerçek fedakârlıklar bu platformların görsel ekonomisine uygun değil. Görülmeyen, anılmayan, beğenilmeyen hiçbir şeyin anlamı kalmadı.
Artık insanların iyilik yapma biçimi bile değişti. Yardım etmek, görünür olmak için bir araç haline geldi. Paylaşılan her yardım, her iftar kolisi, her “duyarlılık” paylaşımı, bir performansa dönüştü. Ahlak, etik, fazilet; algoritmanın gölgesinde kaldı. Sosyal medya, toplumu değil, egoyu büyütüyordu.
Salgınla birlikte kendi içine kapanan insan, bu kez dijital evrende görünürlük mücadelesine girişti. Herkesin bir yayıncı, bir kanaat önderi, bir uzman olduğu bir çağda; hakikat parçalanıyor, bilgelik zayıflıyor, tevazu alay konusu oluyordu.
Bu dijital benlik, yalnızca görünmekle değil; sürekli görünmekle varlığını sürdürebiliyor. Gününü paylaşmayan, kendini göstermeyen, “hikâye” atmayan........
© Haksöz
