Bizim Deniz
Ölenin arkasından yazmaktan yoruldum, Deniz Arman’ın aramızdan ayrılışına da değinmek istemiyordum. Ama dün gözyaşlarını tutmaktan zorlanan meslektaşım—ve arkadaşım—Serdar Akinan’ın onun ardından “Sadece Deniz’in değil gazeteciliğin cenazesi kalkıyormuş gibi geliyor,” dediğini duyunca dondum kaldım. Bu, kim bilir, gazeteciliğin kaçıncı cenazesi. Ama yolu bir şekilde “32. Gün” programından geçenleri daha da yakından vuran, daha da sarsan bir ölüm oldu bu. Üstelik benim Deniz Arman’la hukukum bile yoktu, buna rağmen o acıyı hissediyorum.
Mehmet Ali Birand’dı aslında “32. Gün”ün her şeyi. Ama 2013’te Birand öldüğünde hala pek çoğumuzun gazeteciliğin geleceğine dair çok da karamsar olmayan düşünceleri, umutları vardı.
“32. Gün” gerek izleyenlerin gerekse de yolu bir şekilde buradan geçenlerin bildiği gibi eşi benzeri olmayan bir adaydı. Can Dündar zamanında ona “Buraya düştük abi," diyen bir “32. Gün” çalışanına “Düşmek için epey yüksek bir yer bulmuşsun,” dediğini anlatır.
“32. Gün” benim de gazeteciliğe başladığım yüksek mertebe oldu. Hatta belki de gazeteciliğe başlamama neden oldu diyebilirim. Ekranda izlerken kendimi tutamıyor, illa onların bir parçası olmak için büyümeyi bekliyordum. Çok da büyümeyi beklemedim ama, daha lisedeyken kapıyı çalmaya başladım.
Babıali’de yazılı olmayan bir kural vardır: Gazeteciliğe inanmış kişiler kapıyı yeteri kadar aşındıranlara mutlaka bir fırsat verir, yapılabilecek bir sürü iş varken gazetecilikte inat edenleri en azından denerler. Bugün baktığımda aşındırılacak kapıyı bulmak da başlı başına bir gazetecilik gibi geliyor. Haberi yakalamak gibi bir stratejik bir hamle bu; doğru yer ve mekanı bulmak.
Ayşe Arman bir keresinde bana trene atlayıp Brüksel’e gittiğini, Mehmet Ali Birand’ın evini bulduğunu, kapısını çaldığını ve “Sizinle çalışmak istiyorum,” dediğini anlatmıştı. Birand’ın ona yanıtı “Delirmiş olmalısın,”dı. Sonra Ayşe Arman oldu.
Ondan aldığım gazla ben de Birand’ı bir kitap fuarında yakalamış, konuşabileceğimiz o birkaç saniyelik aralıkta doğrudan niyetimi iletmiştim. Birand bana ayaküstü sadece tek bir şey söyledi, “Nilgün’ü ara,” dedi.
Hakkında o ana kadar hiçbir şey bilmediğim “Nilgün” adeta haber kaynağının bir muhabirin önüne attığı bir yemdi, o ipucunu sürerek Sabah gazetesinin santralinden yardımcısı—ve sonradan çok sevdiğim—Nilgün Özkaleli’yi buldum. Bir şekilde kapıdan girdim.
Ben “32. Gün”de çalışmaya başladığımda ekrandan hayranlıkla izlediğim o okulun altın yılları çok geride kalmıştı. Birand medyaya epey malzeme olan tartışmalı ve yüz kızartıcı bir sürecin sonunda—faturaları şişirmekten mahkum olarak—TRT’den uzaklaştırılmış, özel televizyonların ilk yıllarında da işler epey değişmişti. Bir kere ekip dağılmıştı. Benim ekranda görüp aralarında yer almak istediğim isimlerden pek azı artık “32. Gün”deydi.
Ama “32. Gün” hala standartların çok yüksek olduğu, Amerikan Başkanı’nından PKK liderine kadar herkesin eşit haber öznesi olduğu, dokunulmayacak hiçbir tabunun bırakılmadığı, aklımıza gelen........
© Habertürk
visit website