menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yazmasa deli olacaktı!

77 4
yesterday

Dünyada, yazarlarına şairlerine, sanatçılarına çok kötü muamele yapmış devletlerin başında Rusya geliyorsa, ikincisi Türkiye’dir. Ama Rusya; yazarlarına, şairlerine, sanatçılarına yaşarken ne kadar çok kötülük yapmışsa, ölümlerinin arkasından o kadar gözyaşı dökmüş, onları kendisini affettirmek istercesine o kadar görkemli cenaze merasimleriyle öte dünyaya yolcu etmiştir. Bizim devletimiz ise bu konuda o kadar merhametli değildir. Birisini mimlemişse, onu kendine düşman bellemişse, cesedi de mimlenmiş, ölüsü de düşman olmaya devam etmiştir. (Nazım Hikmetin, Yılmaz Güney’in Ahmet Kaya’nın mezarları hâlâ yaban ellerde.) Yaşarken devletin gadrine uğrayıp, öldükten sonra onun şefkatine mazhar olmuş hemen hemen hiçbir yazar, şair, sanatçı yoktur. Eğer Orhan Veli gibi bazı yazarların cenazeleri görkemli bir şekilde kaldırılmışsa, bu da sevenlerinin gayretiyle olmuştur.

Hiçbir yazarın zaten tek tük olan hiçbir uluslararası başarısı devletimizi sevindirmemiş, tam tersine onu çok kızdırmıştır. Mesela Eurovision şarkı yarışmasında birinci gelen bir hanım şarkıcının başarısı dönemin cumhurbaşkanı tarafından takdirle karşılanıp şarkıcı hanım tebriklerine mazhar olurken, aynı dönemde Nobel Edebiyat Ödülünü alan bir yazarımız, aynı cumhurbaşkanı tarafından tebrik bile edilmemiş, o sırada linç edilmesi girişimine de sessiz kalmıştır.

Devletimize göre bir yazar, bir şair, bir sanatçı sınırlarımızın dışında bir başarı elde etmişse, devletine, vatanına düşmanlık yaptığı için bu başarıya ulaşmıştır. Oysa Çetin Altan’ın dediği gibi “Bayrakların direklerini ne kadar yükseltirseniz yükseltin, bayraklar o ülkeden ilk kez Nobel ödülü almış bir yazar kadar görünemiyor dünyadan.”

Devletin gadrine uğrayanlar sadece muhalif, devlet, millet düşmanı komünist, mürteci, vatan haini, satılık, bölücü gördükleri yazarlar, sanatçılar değildir. Suya sabuna dokunmamış yazarlar da bu zulümden paylarını almışlar. Mesela Sait Faik Abasıyanık gibi, pek siyasi dertlerimizle meşgul olmamış, politikaya kıyısından kenarından bulaşmamış, “olaylara karışmamış”, komünistliğini dillendirmemiş, irticayla, bölücülükle hiçbir işi olmamış, sanatını sadece “insan sevgisi” üzerine inşa etmiş, “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey” demiş, insana hiçbir şeyi çok görmemiş, insan sevgisinin gittikçe yok olduğunu, insanın horlandığını, aşağılandığını görünce kaleme sarılmış, sadece bunun için muhteşem küçük hikayeler yazmış hüzünlü, kederli, dertli bir yazar bile 1940’ların başında devletten öylesine silleler yemiş ki sersemlemiş, sarsılmış, bunun sonucunda da becerebildiği tek iş olan, hem de muhteşem bir üslupla, harikulade bir Türkçeyle yaptığı iş olan hikaye yazmaktan vazgeçmiş, yaza yaza kısacık kalan kurşun kalemini ceketinin mendil cebine sokmuş, boş sarı saman kağıtlarını yırtıp denize atmış ve bir daha da hiçbir şey yazmamaya karar vermiş.

Ama Allah o zalim balıkçılardan razı olsun! Onlar da olmasa, onların “dışarıdan gelmiş ötekine” yaptıkları o zulme şahit olmasa yazar bir gün, belki bir daha “tütüncüye” koşmayacak, kalem kâğıt almayacak, “adanın tenha yollarında gezerken canı sıkıldığı”nda “küçük değnekler yontmak için” cebinde taşıdığı çakısını çıkarıp kurşun kalemi yontup “kanımda dolaşan şu Türkçe diliyle” dediği o eşsiz dille yazmaya başlamayacak, biz de onun bugün külliyatı beş bin sayfayı bulan o muhteşem hikayelerinin birçoğundan mahrum kalacaktık.

1952’de çıkan “Son Kuşlar” kitabında yer alan “Haritada Bir Nokta” hikayesinde, yeniden hikâye yazarlığına dönüşünün hikayesini yazar Sait Faik. O hikâyede yazmasına sebep olan dayanamadığı bir haksızlığa şahit oluşunu uzun uzun anlatır. Av dönüşü, pay sırasında Ada’ya dışarıdan gelmiş yoksul bir balıkçıya yapılan haksızlık onu tütüncüye koşup kalem kâğıt almaya sevk eder. Ona gelmeden önce, Sait Faik’i, bir daha yazı yazmamaya iten hadiseyi anlatalım müsaadenizle.

İlk defa 25 Mart 1937’de “Kurun” gazetesinde yayınlanan Sait Faik’in “Çelme” adlı hikayesi, üç sene sonra 15 Haziran 1940’ta “Varlık” dergisinde tekrar yayınlanır ve başı belaya girer.

1940 yılı netameli bir yıldır çünkü. Hitlerin yaktığı gazap ateşi Avrupa’yı kavuruyor. Paris işgal altında, Londra mahşeri bir bombardıman maruz kalıyor her gece. Adolf Hitler ile Benitto Musollini İtalya’da kol kola girdiler, İtalya o sene haziran ayında Hitler’in yanında girdi harbe. Sovyetler Birliği o yılın haziran ayında Baltık ülkelerini işgal etti. Türkiye, o sene savaş dışında kalmaya karar verdi. Faşizm resmi olarak sınırlarımızın dışındaydı ama içerde bütün şiddetiyle faşist bir rejim hüküm sürüyordu. Ekmek karneyle, şeker hak getire, temel ihtiyaçlara kıran girmiş. Minarelerden Türkçe ezan yükseliyor, çay lüks ihtiyaç, nohuttan kahve öğütüyor ahali. Daha sonra Attila İlhan’ın deyimiyle “fedailer mangasının demirbaşı” Rıfat Ilgaz’ın bir romanına isim olacak “karartma geceleri”, o sene başladı. O günleri şöyle anlatır muharrir romanında:

“Çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler de vardı ama, henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu.” (Karartma Geceleri, s.10)

İşte Sait Faik’in “Çelme”si o günlerde yayınlandı.

Sait Faik bu hikâyeyi yazdığında henüz cihan savaşı resmen patlak vermemiş ama yola çıkmış olan harbin uzaktan da olsa ayak seslerini duyuyor. Hatta anlatıcı kasabanın kahvesinde oturmuş miskin ahalinin, “taşmış sulardan, vergiyi verememiş, mandasını satmıştan, harbin bize gelip gelmeyeceğinden” bahsettiğini yazar. Kasabanın dışında, bomboş arazide inşa edilmiş kulübelerde nöbet tutan askerler var. Niye orada nöbet tutuyorlar, kimse bilmiyor, emir böyle. Seferberlik yılları, herkes aç, perişan ama onca açlık içinde keyfi gıcır olanlar da var. Kırlık bir alana “teferrüce,” “mesireye” gidiyorlar. Mesire yeri zenginlerin gittiği Değirmenbaşı’dır. Kafilenin içinde, “tombul, beyaz, kara gözlü, otuzunda bir........

© Habertürk