Türkiye'ye Maoculuğu kim getirdi?
Peşinen söyleyeyim; Doğu Perinçek getirmedi ama Doğu Perinçek sonuna kadar onda keramet aradı, sanırım hâlâ arayıp duruyor. Bulunca belki “halkımızı” da ikna eder deyip dalalım mevzuya.
Hatıralarını yazarken insanın her sırrını ele vermesi zordur. Hiçbir hatıra kitabı isterse dünyanın en müdanasız insanı tarafından yazılmış olsun, yazarı başından geçtiği, tanık olduğu, duyduğu, bildiği her şeyi anlatmaz. Yazar bazen kendine, yakınlarına, bazen akranlarına, dostlarına kıyamaz. Zaten buna da gerek yoktur. Her şeyi hatıralarda anlatmak gerekmiyor, hayat yazıdan daha şaşırtıcıdır bazen, bazen bir çekmecede unutulan bir sır, ölünün arkasından yaman bir boşluk, tuhaf bir aldatılmışlık hissi bırakır ama ölüm, dünyanın en zalim insanı bile olsa ona uğramış bir aftır. Mesela büyük Fransız şairi Aragon’u düşünelim. Bütün hayatı boyunca “gözlerine” şiirler yazdığı karısı Elsa’ya “yıkıcı bir aşkla” bağlı kalmış ama Elsa ölünce çekmecesinde bulduğu bir liste ona dünyanın en büyük azabını yaşatmış. Meğer bulduğu listede isimleri yazılı erkekler ki çoğunu tanıyor, Elsa’nın onunla evliyken, birlikte olduğu erkeklerin listesiymiş.
Böyle bir olay düşman başına! Hiçbir hatıra kitabına sığmaz.
İnsan, yaşadığı, tanık olduğu, başından geçtiği her fenalığı, her yüz kızartıcı hadiseyi, hatırlamak istemediği her olayı, kısaca her sırrını hatıra adı altında yazıp ifşa edemediği için romanı bulmuştur bana göre. Her roman özünde onu yazan yazarın biyografisinden izler taşır. Çoğu roman, hatıraların başka bir kalıba dökülmüş, ona başka bir libas giydirilmiş hayali hadislerle süslenmiş ve büyük bir maharetle okuyucuya yalan adı altında yutturulmuş gerçeklerdir. Hatıra yazarının yaşanmışlık karşısında eli kolu bağlı, roman yazarı ise sonsuz bir özgürlüğe sahiptir. Olayları, yaşanmışlıkları, hatta yaşanmamışlıkları ardı ardına dizer romancı, onları kalıptan kalıba sokar, altından girer üstünden çıkar, yepyeni bir dünya kurar; o dünyada, belki de kendi hatıralarını en mahrem olanları da dahil olmak üzere kahramanlarına yaşatarak bir taşla iki kuş vurur; hem yazarak onlardan kurtulmuş olur, hem de onları sanatsal bir kalıba dökerek yazdığı için kendisini ölümsüz kılar.
Sözü Şahin Alpay’ın hatıralarının benim okuduğum birinci cildi olan “Bir Hikayem Var” kitabına getireceğim. Son yıllarda, galiba en çok hatıra kitabı okudum. Başlıyorum, daha ilk sayfalarda ele verir kendini kitap, hatıra kitapları böyledir, “saf ve düşünceli okuru” kandırmak kolay değildir, eğer yazar “samimiyse” okumaya devam ediyor, o “samimiyet” bana geçmiyorsa, o sırada okuma zevkini yaşatmaktan çok kendini yücelten, ne kadar büyük bir insan olduğunu ne kadar erdemli ne kadar kederli veya muhteşem bir hayat yaşadığını anlatma tasası taşıdığını hissettiriyorsa o sayfada bırakıyor, bir daha o kitaba dönmüyorum. Şahin Alpay’ın kitabı öyle değil. Elime aldım, ilk sayfadan itibaren buram buram bir samimi dil karşıladı beni ve kısa süre zarfında koca kitabı bitirdim.
Kitabın önsözünde, vaktiyle okuduğum, ne yalan söyleyeyim romanları kadar zevk almadığım, yaşadığı hatıralardan çok biraz karmaşık bir romana dönüştürdüğü Gabriel Garcia Marquez’in biyografisinden aldığı, “Her birimizin üç ayrı hayatı vardır; kamusal, özel ve gizli hayatlarımız…” sözüne atıf yapar.
Hatıralarını yazacak ve onları birileri alıp okuyacak kıymette bir şahsiyetin kamusal hayatı okurlar için pek ilginç değildir, o hayat herkesin gözü önünde yaşanmış ama “özel ve gizli hayatlar” yok mu, işte okurun en çok merak ettiği hayatlar bu hayatlardır. Onları bütün çıplaklığıyla anlatmak da her hatıra yazarının harcı değildir.
Şahin Alpay’ın ölünceye kadar “kederli bir hayat yaşattığı” karısı Fatma’yı anlatmaya başlamasıyla bize sonraki hayatını anlatması kitabını daha da değerli kıldı nezdimde. Çünkü bir hakkı teslim ediyor; memleketin kurtarmak için en sevdiği varlığı “harcamaya” hazır bir devrimcinin hayat karşısındaki toyluğunu, belli ölçüde pişmanlığını, hayal kırıklıklarını, ıskaladıklarını kendi kuşağından bütün devrimcilerin ortak hikayesi olarak anlatıyor bize. “Davaları” onlara, “evlenmeyin, çocuk sahibi olmayın, siz devrimle nikahlısınız, devrimin üstüne gül koklamayın” demiş, bu “ikaza” rağmen bu kuralı ihlal edenlerin başına gelecek olanlardan “parti-örgüt” sorumlu değildir artık. Gerçi Şahin Alpay “devrimle nikahlanmadan” önce Fatma Hanım’la bir hayat yaşamaya karar vermişti, zaman zaman kadın ayaklarına pranga olmuş, zaman zaman onu ve çocuğunu “gazabından” korunsunlar diye kendinden uzaklaştırmış ama kitabı okuyup bitirdiğinizde müellifin; hayatı boyunca ona anlamlı bir hayat yaşatan varlığın soyut devrimcilik değil, somut Fatma’sı olduğunu anlatmaya çalıştığını hissediyorsunuz.
Kitabı güzel kılan şey de bu…
Ayvalık’ta büyümüş Üsküplü Duyunu-u Umumi memuru, Ahmet Rasim’le akraba, bir ara Vehbi Koç’la komşu, Ayvalık’ta belediye reisliği yapmış, Masonluğa intisap etmiş, İttihatçılığı da Kemalizm’e de gönül düşürmüş Halit Bey’in torunu Şahin Alpay, dedesi ve akranlarının kurduğu düzen içinde, 1950’li yıllarda İngiliz Lisesinde Ömer Madra, Yavuz Sökmen, Ergun Göknel, Rıza Türmen, Faruk Birtek, Osman Ulagay, Murat Belge gibi günümüzün mühim şahsiyetleriyle güzel güzel okuyup memlekete faydalı biri olma hayalleri kurarken talebe olarak yolu Amerika’ya çıkar ve kapitalizmin kutsal topraklarında, komünizmin kutsal kitabı “Komünist Manifesto”yla karşılaşır. Bu okuma onun ilk devrimci eylemi olur ve bundan sonraki bütün hayatına damgasını vurur. (1968’de Süleyman Ege’nin kurduğu Bilim ve Sosyalizm Yayınları arasında çıkan Marx ve Engels’in yazdığı “Komünist Manifesto”yu Türkçeye o çevirir. Ancak çevirmen olarak kendi deyimiyle “adını vermeye cesaret edemediğinden” kitap M. Ardos mahlasıyla çıkar, ikinci baskıda ise Süleyman Ege’nin adı........
© Habertürk
