Süt, Van kahvaltısı ve onu meşhur eden şiir
Süt çocuklarıyız hepimiz. İlk içtiğimizdir. Tattığımız ilk içecek… Bir yaşa gelene kadar anne sütü besler bizi… Sonra annemiz sütle ilişkimizi keser ama sütle ilişkimiz kesilmez. Bu kez hayvan sütüne dadanırız. O süt olmasaydı hiçbir köyde hiçbir çocuk büyümezdi.
Baharı dört gözle beklerdik. Havalar azıcık ısınınca yukarılara gideceğiz, orada koyun sütü bekliyordu bizi çünkü.
Muhayyilemin uzandığı çocukluğumun en uzak zamanları, serin sabah yellerinin estiği yüksek dağ başı zamanlarıdır. Neden o kadar erken uyanıyorduk bilmiyorum ama hep yayık yayan kadınların yayıklarına söyledikleri, o zamanlardan kalma şarkıları çınlayıp duruyor hâlâ kulaklarımda. Yayıklara türkü söylemek, onları neşelendirmek için değildi. Müziğin Tanrının nefesi olduğuna inanıyordu sanırım o kadınlar. O nefes yayıklarına ulaşsın istiyorlardı belki de. Müzik bereketti. O yayıklara söylenen o türküler, daha fazla tereyağı demekti. Yayığın Kürtçesi “meşk”tir, onu yayan “bêrîvan”...Bêrîvan’nın dilinde yayık çaresiz bir şeydi, o çaresizi, o zavallıyı coşturan o şarkılardı, o müzikti. O şarkılar uyandırıyordu her sabah bizi, o yayıktan çıkan taze tereyağı ilk gıdamızdı. Mısır ekmeğine sürerdi annelerimiz, güneş karşıki tepelere yeni vurmuş, o ekmeğin üzerinde o tereyağıyla, o güneş bizi bekliyordu o tepenin en yüksek noktasında. Elimize, yayıktan çıkmış taze tereyağlı ekmek tutuşturulur tutuşturulmaz, “Hadi güneşi alıp getirin” derdi annelerimiz. O andan itibaren güneşe doğru depara kalkardık.
O ekmeğin, o tereyağının, o sabah güneşinin “mutlulukla bir ilişkisi” olduğunu yıllar sonra “kahvaltı” bahsinde Cemal Süreya’nın bir şiirinde gördüm.
Demişti ki şair:
“Yemek yeme üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
Sanırım çocukluğumda “mutlu olmak” için yapılmıyordu kahvaltı. Çünkü kahvaltıda yenilen şey, kahvaltıda bugün yediğim şeylere pek benzemiyordu. Basbayağı yemek geliyordu sofraya; etli pilav, çömlekte pişmiş yaprak sarma, keşkek falan… Çoğu sabah yattığımız odayı dolduran kızgın tereyağı kokusuyla uyanırdım, annem yine bizi “mutlu” etmenin bir yolunu bulmuştu. Ne zaman yapıyordu o yemekleri ne zaman uyuyordu ne zaman ibadet ediyordu hatırlamıyorum şimdi. Hatırladığım tek şey her vakit çocuklarını mutlu etmenin bir yolunu bulmuş bir “adalet dağıtıcısı” olduğuydu. Beni mutlu bir çocuk olarak büyüttü, sanırım o da Allah’ın huzuruna mutlu bir tebessümle çıkmıştır.
Sabahın erken bir saatinde kuvvetli yemek yemek kol kuvvetiyle hayatını idame ettiren bütün toplumların ortak geleneğidir sanırım. Gidin şimdi mesela Siirt’e. En meşhur yemekleri büryandır. Siirt’e ilk gittiğimde birkaç sene evvel, Siirt’in ve daha birçok şeyin hafızası İhsan Süreyya Sırma Hoca beni büryan yemeğe götürdüğünde anlatmıştı. Kuzu ya da oğlak, daha çok da oğlak geceden indirilirmiş önceden köz düşürülmüş kızgın kuyuya. Bütün gece pişermiş. Sabah vakti müezzin fanileri namaza çağırdığında kuyudaki büryan da pişmiş demekti. Camiden çıkan, büryan evine koşarmış. Sıcacık, taze eti sıcak ekmekle mideye indirip tarlaya, bağa bahçeye, işe güce herkes öyle koşarmış. Yenilen o kuvvetli yemek onları uzun süre tok tutarmış. Bugün kurduğumuz kahvaltı sofraları çok sonraların işi. Hele bugün masalara serpiştirdiğimiz, azını yiyip çoğunu israf ettiğimiz sofraların kurulması çok sonraların işi… Her şeyin bollaştığı, çeşit fazlalığının “itibar” demek olduğu yaşadığımız modern zamanların…
Bakın, gavur yaptığımızı yapmaz. Her şeyden bir şeyi tabaklara doldurup masaya koymaz. Kim ne kadar yiyecekse, neyi istiyorsa alır tabağına, öyle oturur masaya. Tabaktakiler de çoğu zaman biter. O yemeklerin bollaşması için insanoğlunun nelere katlandığını bilir çünkü. (Yıllar önce, şu anda “Onca Açlık Varken” adıyla piyasada olan kitabımı yazarken, İstanbul’a gelmiş bir İsveçli yazarla sohbet ediyorduk bir toplantıda. Söz yemek bahsine gelince, yemekle kan dökme eyleminin iç içe geçtiği, içinde çokça kanlı hadiselerin yer aldığı, her hikayenin sonunda, o hikayede geçen yemeğinin tarifinin bulunduğu bir kitap yazdığımı, Albert Camus’nün “İnsan aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer” sözünü kitabıma epigraf yaptığımı söyleyince gözleri fal taşı gibi açılmış, “Demek sizde de öyle… ama bizim yaşadıklarımızı sanırım siz çekmemişsiniz, bizde hiçbir şey yoktu, kışın metrelerce kar, yazın pek bir şey yetişmeyen ormanlar… İkinci Dünya Savaşına kadar annem, ‘kızım, hızarla ağaç keserdik, hızarın dişlilerinden dökülen ağaç tozunu........© Habertürk
