menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Köylülere özgürlük veya Abdülhamit'ten kurtulmak

81 1
19.10.2025

Tanzimat’la birlikte modernleşme sürecine giren Osmanlı toplumunun öncü aydınları devlet memuru yazar ve şairlerse, ilk ressamları da -resim dersleri ilk mekteplerine girdiği için- askerlerdir. O devirde münevverana dahil olmanın yolu “edebiyatçı” olmaktan geçiyordu. “Mühendisin” adı henüz duyulmamıştı. “Fen”i de “teknolojiyi” de “matematiği” de daha çok edebiyatla iştigal eden aydınlar tartışmaya açtılar. Edebiyatçılar o kadar ağır bir yükü omuzladılar ki, Cumhuriyeti kuran askerler bile toplumu “aydınlatma” görevini onlara verdiler; adı üzerinde “aydının” başka ne işi olabilirdi ki? Çoğu edebiyatçı onların istediği “aydınlanmacı aydın” olmayınca da yakalayıp kodese tıktılar. Kafaları kalasla parçalananlar olduğu gibi, büyük çoğunluğu hapishanelerde çürüdü, sürgünde öldüler.

Türkiye’nin ilk modern romanı Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah”ıysa ilk roman kahramanı da Ahmet Cemil’dir. Mustafa Özel, Ahmet Cemil’i “mahcup bir Werther, arlı bir Faust, müstağrib bir Don Kişot” olarak tarif eder. Babasının ölümü, aşık olduğu Lamia’ya açılamama, yazmak istediği şiir kitabını tamamlayamama gibi sebepler Ahmet Cemil’i intihar noktasına getirir. Dönemin Servet-i Fünun dergisi etrafında bir araya gelen Osmanlı aydınlarının çoğunda egemen olan “memleketi bırakıp gitme” isteği, başka bir deyimle padişah Abdülhamit’in uyguladığı istibdatla bir hapishaneye dönmüş olan memleketten “firar etme” isteği, hepsinin prototipi olan Ahmet Cemil’i de “gitme” fikrine getirir. Bu “gitmeler” Batıda ve yakınımızdaki Rus romanında “intihar” şeklinde tezahür etmişti bir zamanlar ama bizim ilk roman kahramanımız tam denize atlayarak canına kıymak üzereyken yanı başında duyduğu, “Cemil, niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun?” sesiyle irkilir, duyduğu ses annesinin sesidir. Bu ses onu intihardan vazgeçirir, “Geliyorum anne” der ve dönüp annesinin arkasından gider. Mustafa Özel’in deyimiyle “annesinin ılık sesi” onu intihardan vazgeçirmiştir. Özel, bu sahne üzerine şunları yazar:

“Ahmet Cemil, bütün yönleriyle birey. Ne namaz kılıyor ne dua ediyor; hiçbir dini referansı yok. İçtimai bir referansı da: ‘Herkesten uzak, herkese yabancı.’ Batılı bireyden farkı, analı-babalı olması. Umutsuzluğuna şifa, anasının gözyaşları.”

Bu durumda ilk roman kahramanımızın “intihar ilaçları”, anasının “ılık sesi” ile yine “ananın gözyaşları”dır. (Mustafa Özel, “Roman Diliyle Siyaset”, Küre, s.241-247)

Peki, Ahmet Cemil, Batılı bireyden Ruslara geçen “intiharın” yerine ne koyar?

Başka bir “intihar”ı, çekip gitmeyi… İstanbul’u terk etmeyi… Bunu yapar da...

(2018 seçimlerinde; şiir yazmak yerine, ortalıkta adam dolandırarak dolaşan bir Kürt şair “Erdoğan tekrar seçilirse memleketi terk edeceğim” demişti. Erdoğan kazandı, o da sözünü tutarak İsviçre’ye gitti. Ama bir iki ay sonra geri döndü, “niye döndün üstat?” diye sorulunca, “Avrupa çok soğuktu” dedi.)

1867 yılında Şehzade Abdülhamit, amcası padişah Abdülaziz’le Avrupa seyahatine çıkıp orada gördüklerini, günün birinde tahta oturursa eğer “mutlaka memlekete getireceğim” diye düşünüp hülyalar kurarken, altı sene önce Rusya’da toprakta serflik kaldırılmış, köylüler özgürlüğüne kavuşmuştu. Abdülhamit tahta çıkıp, ilk Kanunu-i Esasiyi yürürlüğe sokup memleketi kısa süreli bir “serbestiyete” kavuşturduktan sonra pişman olup “istibdada” yöneldiğinde, Rus aydınlarını pençesine almış olan “bunalım” hat safhaya çıkmıştı.

Rus aydınları, bizim aydınlarımızdan tam yüz sene önce “köylülerini” keşfettiler. Bu keşfi, Napolyon saldırısına borçluydular. Napolyon saldırıncaya kadar Rus aydınları doğru düzgün Rusça bile bilmiyorlardı. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ta anlattığı “1812 çocukları”, Napolyon saldırısıyla “yerli ve milli” bir “servet” olan köylülerin hem “kahramanlıklarına” hem de “ferasetlerine” şahit oldular. Derinlerinde o ruh vardı ki bu ruhun dışavurumunu Tolstoy “Savaş ve Barış”ta “Nataşa’nın dansı” sahnesinde muazzam bir çarpıcılıkla anlatır. Rus aristokratları, okumuş yazmışları, köylülerin gücüyle Napolyon’u Paris’e kadar kovalayıp oradan bir yığın “yenilikçi” fikirlerle geri döndüklerinde ilk akıllarına gelen o zamana kadar gücünü küçümsedikleri, evlerinde hizmetçi ve köle olarak çalıştırarak haksızlık yaptıkları “vatanı vargüçleriyle savunmuş” o “kahraman” köylüleri esaretin boyunduruğundan kurtarmak oldu. Rus aydınlarının artık yeni bir peygamberleri vardı; köylüler… Aydınlar kendilerine “halkın dostları” dediler ve “halka doğru” uzun bir yürüyüşe geçtiler. Köylüler ilk başta o aydınlara deli muamelesi yaptılar, yadırgadılar, çoğunu dayaktan geçirdiler. Ama hiçbir güç onları “halkıyla” buluşturmaya engel olamayacaktı! Evlerinde, yüz elli sene sonra bizim aydınlarımıza sirayet edecek olan “şark köşelerine” benzer köşeler açtılar, duvarlarına köylülerin el işlerini astılar, kullandıkları üretim araçlarına kutsal emanet muamelesi yaptılar, valsi unutup “balalaykalar” eşliğinde köylü danslarını yaptılar, şivelerini değiştirip bizim rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in........

© Habertürk