Karanlıktan gelip karanlığa giden gemi; Struma!
Edebiyat eleştirmeni rahmetli Fethi Naci’ye göre “Türkiye’nin gerçek tarihi romanlarda gizlidir”. Çok doğru bir tespit. Zira Türk romanı bir tez romanıdır. Bir derde deva olsun diye yazılmış. Kimisi halkı aydınlatarak memleketi “muasır medeniyet seviyesine” çıkarmayı; kimisi halkı “bilinçlendirerek” devrime sürüklemeyi; kimisi dinden imandan çıkmışları “hak yoluna döndürmeyi”, kimisi de yeni bir tarih tezini geniş kitlelere ulaştırmayı hedeflerken romanı araç olarak kullanmış. Bu yüzden, modernleşme tarihimiz boyunca olup biten birçok vaka, olgu, gelişme romana konu olmuş; başarılı olup günümüze kalanlar olduğu gibi, zamana direnemeyip çabuk eskiyen, unutulanlar da olmuş.
Özellikle Cumhuriyet döneminin birçok hadisesi farklı farklı romanlara konu olurken, mesela Birinci Cihan Savaşı sırasında İstanbul’da herkesin gözü önünde yaşanan ve tarihe “Struma faciası” olarak geçen korkunç hadise, nedendir bilmem, çok yakın zamana kadar Türk edebiyatında kendine hiç yer bulamamış.
1942 yılında vuku bulmuş bu hadiseyle ilgili sanırım ilk roman, aradan altmış beş sene geçtikten sonra Hakan Akdoğan imzasıyla, 2007 yılında yayınlanan “Karanlıkta Bir Ninni” romanıdır. Arkasından Zülfü Livaneli’nin “Serenad”ı (2011), onu takiben Halit Kakınç’ın “Struma”sı (2012), Bahar Feyzan’ın “Aşk Yolcusu” (2014) ve Aaron Nommaz’ın “Vicdanları Sorgulatan Hikâye Struma”sı (2019) geldi. Çok uzun yıllar birkaç araştırma inceleme kitabı dışında edebiyat bu hadiseyle nedense hiç ilgilenmedi. 2007’den itibaren bir şeyler oldu, o günden bugüne bu faciaya dair arka arkaya benim bildiğim tam beş roman yayınlandı.
Bu kitapların çoğunu okumuş biri olarak, yakın tarihimizin bu trajik, bu korkunç faciasını bir de ben anlatayım istedim.
1941 kışı, tarihin en sert kışlarından birisiydi. İstanbul kara teslim olmuş, şehrin bazı semtlerinde kar kalınlığı üç metreyi bulmuştu. Trakya soğuktan kaskatı kesilmiş, sıcaklık sıfırın altında 40 dereceydi.
O yaman kışın zifiri karanlık bir gecesinde, Romanya’dan yola çıkmış, Karadeniz’de motoru arızalanmış bir gemi, bir Türk römorkörü tarafından çekilerek Sarayburnu açıklarına getirildi. Gemi buraya demir attı. Gemide tam tamına 769 yolcu vardı, yolcuların yüzden fazlası çocuk, iki yüzden fazlası kadındı.
Şair Ece Ayhan’ın “Zambaklı Padişah” şiirinde anlattığı gibi, “Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi iç içe uyurlarken/Geldiği kapkara denize Karpiç'den gönderilmiş bir gemi”ydi Struma.
Dünyanın üzerine faşizmin laneti çökmüştü. Umut, Kafdağı’nın arkasına gizlenmişti. Hitler’in kara kartalı, uğursuz kanatlarını cihanın üzerine şeytan pelerini gibi germiş, her yeri karanlığa boğmuştu. Gidişata dair hiç kimsenin bir öngörüsü yoktu. Asker ve bürokratların Ankara’daki vazgeçilmez lokantası “Karpiç”te kara kara düşünen devlet erkânı, olur da Hitler kazanırsa diye gardını almaya çalışıyor, dümeni ondan yana kırmaya hazırlanıyordu. Onlar gibi düşünen “resmi şairler” de, yataklarında mışıl mışıl uyuyordu. Geride kalan şairlerin, yazarların çoğu hapishanelere tıkılmış, çatlak ses çıkaracak bütün çanlara ot tıkanmıştı.
“Struma” yaklaşık iki yüz deniz mili uzaklıktaki Köstence limanında çözmüştü palamarı.
1941 Eylülü’nde, Romanya’daki gazetelerde, bir geminin Filistin’e yolcu götüreceği ilanları çıkmaya başladı. İlanlar cicili biciliydi. Kullanılan görsel malzemenin de sahte olduğu sonradan ortaya çıktı. Oldukça lüks bir geminin fotoğrafı vardı ilanlarda; meşhur Queen Mary Transatlantiğinin fotoğrafları... Yolculuk fiyatı bir hayli yüksekti, gemiye binmek isteyen bin dolar ödemek zorundaydı.
Romanya o sırada Nazi işgali altındaydı. Faşistler yakaladıkları Yahudileri kasap çengeline asıyor, topluca kurşuna diziyor, bir araya getirip ateşe veriyorlardı. Parası olanın canını kurtarabileceği bir umut gibi göründü geminin ilanı hayatı tehlikede olan Yahudilere. Adamını bulacak, rüşvet verecek, yolculuk için bin dolar ödeyecek, böylece ver elini Filistin deyip canlarını kurtaracaklardı.
Söz konusu can olunca mala bakılmaz; bin doları verecek binlerce insan vardı. Gemiye bir anda büyük bir talep oluştu. Memleketin her yerinden yüzlerce insan bin dolar ödeyip gemiye binmek için Köstence’nin yolunu tuttu. Bin bir zahmetle Köstence limanına varan, gümrükte her şeylerine el konulan yolcular, burada fotoğraftakinden farklı köhne bir gemiyle karşılaştılar. Biletleri satan Yunan acentesi yetkilileri, yolcuları sakinleştirmek için, kendilerini götürecek geminin karasuların dışında bekletildiği yalanını uydurdular. Yolcular da yalana hemen inandı.
Struma, Panama bandıralıydı. Bulgarlara aitti, kömür taşıyordu o limandan bu limana. 1867’de İngiltere’de inşa edilmişti. Önce Balkan Savaşlarında, daha sonra da kömür, hayvan taşımacılığında kullanılmıştı. Ahşaptı. Üzeri ince metalle kaplanmıştı. Ahşap gövdesi, Karadeniz’in sert fırtınalarına dayanacak halde değildi. Kapasitesinin çok üzerinde insan binmişti gemiye. En fazla iki yüz elli insanı taşımaya müsaitken, 800’e yakın insan doluşmuştu içine.
Yolcular gemiye binerlerken bir sürü istihbarat ajanının gözleri üzerlerindeydi. En çok açılmış, en iri göz İngiliz gözüydü. Ne yapıp edip geminin Filistin’e ulaşmasını engellemeliydiler. Türk hükümeti çoktan haberdar edilmiş, geminin Boğazlardan geçişine zinhar izin vermemeleri istenmişti.
Filistin o sırada İngiliz Mandası altındaydı. Struma gemisi oraya ulaşırsa eğer, onu bir anda başka gemiler takip edecek, Filistin’de yaşayan Araplar arasında huzursuzluk baş gösterecek, kısa süre zarfında oraya yığılacak olan on binlerce mülteciyle baş etmek bir hayli güçleşecekti.
Her gemi limandan ayırılırken, rıhtımda kalanlar mendil ve el sallar ona. Bu kez, Köstence limanından ayrılan Struma’nın arkasından mendil sallayanlar, daha fazla para denkleştiremediği için eşini, çocuğunu gemiye bindirip kendisi gözyaşları içinde orada kalan çaresiz, kederli babalardı. Bazı karı kocalar, sadece çocuklarının yolculuk parasını ödeyebildiklerinden, onları gemideki tanıdıklarına emanet etmiş, kendileri rıhtımda kalmıştı. Bu yüzden gemide, anasız babasız yığınla çocuk vardı.
12 Aralık’ta gemi........© Habertürk
