En güzel aşk şiiri veya aynanın karşısındaki Nigâr
“Yalnız Okurlar İçin” programında rahmetli Selim İleri anlatmıştı; oradan kalmış aklımda. Bir tarihte Selim İleri, Hulki Aktunç ile Cemal Süreya, bir “Aşk Şiirleri Antolojisi” hazırlamaya karar vermişler. Herkes beğendiği şiirleri bir sonraki buluşmada getirecek, üçü şiirleri okuyacak, kitaba girecek şiirleri üçü birlikte seçecekler. Uzun bir süre çalışırlar. Bir gün Cemal Süreya, toplantıya birkaç şiirle beraber bir de denemeyle gelir.
Edebiyatta en güzel aşk şiirlerini seçmek çok zor olsa gerek. Güzel hikâye, güzel deneme seçmek daha kolaydır, ama aşk şiiri öyle değil. Şairlerin önemli bir kısmı ilhamlarını aşktan almışlar. Şiirden aşkı çıkarın, geriye pek bir şey kalmaz. Aradan zaman geçtikçe, şairlerin aşık oldukları kadınlara yazdıkları şimdilerde ortaya çıkan mektuplardan bunu görmek mümkün. Erkek şairlerin önemli bir kısmı, aşık oldukları kadınlara yazmışlar şiirlerini; biz onları başka türlü okumuşuz. Ustalık da burada devreye girmiş zaten. Şiiri öylesine geniş bir evrene oturtmuşlar ki, okurken onu sevdikleri birisine değil de sizin duygunuzu alıp, kendi duygusu haline getirmiş, beyninizin içine girmiş, ruhunuz çalmış gibi gelir size. İster aşık olun bir kadına-bir erkeğe, isterseniz aşkınız bir “dava” olsun, isterseniz doğaya aşık olun, ağaca, börtü böceğe, su sesine fark etmez; karşınıza çıkan iyi bir aşk şiirini, şair onu kime yazmışsa yazsın, ilhamını neden almışsa alsın sizi ilgilendirmez, ona bakmaz, gerisini kurcalamaz onu hemen aşkınıza yazılmış gibi telakki eder, anında özdeşlik kurarsınız onunla.
Büyük şairin hüneri budur işte.
Aşktan kaçmışsınız mesela. Aldığınız darbeler sizi o şehirden kovmuş. Uzaklar, yaralarınıza iyi gelir sanmışsınız. Araya mesafe koydukça aşkın uzaklaşacağını düşünmüşsünüz safça. Bir otobüse binmişsiniz belki. Otobüsün camından, yaslandığı dağdaki köyün evlerinden tek tük kedi gözleri gibi ışık saçan evler görmüşünüz gecenin en derin yerinde. Uyuyan şehirlerden geçmiş, gece bekçilerini düdüklerini işitmiş, böyle böyle bir hayli uzaklaşmışsınız etinizi dişleyen acıdan. Otobüs bir yerde durmuş, inmişsiniz; sabahtır artık, fabrikaya düdükleri çalıyor, yorgun işçiler çıkmış yola, çıraklar kepenkleri çekiyor yukarı, tabelası rüzgârda sallanan bir otel ilişmiş gözünüze, çektiğiniz ıstırabın adını öğrenmeden, otelin adını öğrenmişsiniz ve eğer şiir meraklısıysanız o sırada Edip Cansever’in şiiri düşer aklınıza:
“(…)
Adını funda oteli koy
Sevdamızın da adını
Ayakları dibinde gün batımının.
Ve ağzında binlerce güneşin tadı
Dilinin ucunda yalnızca kendi adın.
Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın.”
Her yolculuk, yolcuyu değiştirir. Dönüş yolculuğunda “kendini tanımış” mısın, yoksa enkaz kaldırma çalışmasında birileri yardımıma koşar nasılsa deyip arkanızda bir yıkıntı bırakarak mı geri dönmüşsünüz bilmem ama, senin o halini Attila İlhan “adımla nasıl berabersem” şiirinde şöyle anlatır:
“hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün
*
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kâinatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman
*
adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmayan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda
*
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın
Şehre geri döndün. Erdem Beyazıt’ın “Naciye”sine anlattığı gibidir şehir. “Altından........© Habertürk
