Daktilonun ölümü!
Selim İleri’yle birlikte “son daktilocu” da öldü. O, daktilo kullanan son yazardı çünkü. Belki son yıllarda, hastalığından dolayı o da daktilosunun tuşlarına “sert vuramıyor”, bir söylentiye göre yakın dostu Türkan Şoray’ın aldığı bir dizüstü bilgisayarı ve kalemle idare ediyordu ama “yazabildiği kadar daktiloyla yazdı” der onu tanıyanlar.
Kendisiyle yapılan bir mülakatta şunları söylüyor:
“Daktilo üretimi durduruldu epeydir. Ancak esas sıkıntı daktilo şeridi üretiminin durmasıyla başladı. Londra’da hâlâ daktilo kullanan birtakım pimpirik ihtiyarlar varmış, onlar için hususi bir atölye var. Oradan ısmarladım. El yapımı şerit… Biraz pahalıca ama epey havalı da üzerinde ‘Mr. Selim’ filan yazıyor. Bir de nostaljik olarak dünyada daktiloya dönüş var, filan deniliyor. Şimdilerde on tane filan yedek şeridim var. Zaten Allah ne ömür verdiyse, önümde de çok büyük bir zaman kaldığını düşünmüyorum...”
Sözünü ettiği, şeridini Londra’dan ısmarlattığı, hiç yanından ayırmadığı, yazdığı ne varsa hepsini yazdığı, o evden o eve yanında taşıdığı “Corona” marka daktilosunun yaşı çoktan bir asırı geçmiş aynı mülakatında söylediğine göre. Babasından kalmış ona. O da elden düşme, bir yerlerden almış. 1900’lerden kalma antika bir model. Amerikan klavyesi, yeryüzünde ikinci bir eşi yok diyor, babasından kalan en kıymetli mirası saymış bu daktiloyu.
Tek bir tamircisi varmış İstanbul’da, o da Çarşıkapı’da. “Tuşları yenik, bitkin” daktilosunu bir gün defalarca yaptığı gibi tekrar tamirciye götürmüş. Tamirci “Son defa tamir edelim, burayı dönerci salonu yapıyoruz,” demiş. O da telaşa kapılmış, “ya bir daha yazamazsam” diye düşünmüş ama Nazlı Eray ona, “Telaş edecek bir şey yok, elinle yazarsın” diye teselli etmiş, o da mutlu olmuş.
Beraber yaşadıkları uzun yıllar boyunca, iyi günde kötü günde; çok sevdiği şair Behçet Necatigil’in söylemesiyle, “Bana pek sert” vuruyorsun, “bir yerlerim ağrıyor” dememiş daktilosu.
1965’te daktilosuna şiir yazmış şairdir Behçet Necatigil ki o şiir şöyle:
“Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor
Ya gün boyu bastıran bu uyku
Sevincin sesi çıkmıyor
*
Evlerin önü çeşme, sularım akmıyor
Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi
Bağrım fena yanıyor.
*
Kimlerin elinde, herkes benden biliyor
Ne hoyrat kullanmışlar
Sevincin sesi çıkmıyor”
Varlık Dergisi, 2011 yılının Haziran sayısının kapak konusunu yazarın “sır kâtibi” olan “daktiloya” ayırmıştı. O dosyada, birçok yazarın daktiloyla imtihanı, ilişkisi, aşkı, nefreti falan vardı. Yazarlığa başladığı günden beri, kalemin üzerinde başka bir yazı aracı koklamamış olan Enis Batur, “Kâğıt, karbon kâğıdı, şerit, daktilo silgisi. Durmadan aksayan, takılan, sürçen bir harf. Silik çıkan bir başkası. Yanlış yazılmış bir kelimenin üzerinde çarpılar. Bir, iki, üç aralık. Soldan sağdan marj blokları. Öksüren daktilolar. Sessiz daktilolar. Günümüzün makinaları: Dört kol çengi” deyip nihayetinde sözü yukarıya aldığım Behçet Necatigil şiirine getiriyor; aynı soruşturmada sözü aynı şairin aynı şiirine getiren Selim İleri’yle bir noktada buluşuyor; Mustafa Şerif Onaran ise kendini ve kendi kuşağından yazarları “daktilo zamanından kalan insanlar” olarak tanımlıyor, “Bu bilgisayar kalabalığında” daktilo insanlarının “yalnızlığında insana dinginlik veren bir mutluluk olduğunu” söylüyordu.
Hiç görmemişler için mekanik daktilo şöyle çalışır:
Parmakla kuvvetle tuşa vurulunca, kaldıraç marifetiyle tuşun bağlı olduğu harf kalkar ve şeride vurur. Şerit de sarılı olan kâğıt üzerinde o harfin izini bırakır. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerler. Yazının düzgün çıkması; şeride, vuruşun kuvvetine ve tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlıdır.
Yazdıklarından kazandığı ilk parayla, ilk daktilosunu alan yazarın sevincini ben en çok Yılmaz Erdoğan’da görmüştüm. O mutlu hali ölünceye kadar gözümün önünden hiç gitmeyecek. İçinde; üst katta daktilosunu gece boyunca takırdatarak yazı yazan yazarı, verdiği rahatsızlıktan dolayı “komünist” diye polise ihbar eden alt komşunun pişkinliğini de gösteren skecin bulunduğu “Gereği Düşünüldü” oyununu Levent Kırca için; bu mekanik daktilolardan bir hayli farklı bir yöntemle çalışan elektronik daktilosunda mı yazdı şimdi hatırlamıyorum ama biraz daha para kazanıp bir üst modelini alınca bana verdiği o daktiloda ben, Mehmed Uzun’un Kürtçeden Türkçeye ilk çevirdiğim roman olan “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde”nin ilk müsveddesini temize çekmiştim.
Oradan oraya taşınırken o daktiloya ne oldu, hatırlamıyorum bile.
1987 yılında, Orhan Duru’nun “torpiliyle” çalışmak üzere; Yazı İşleri, Haber Merkezi ve diğer servislerin aynı geniş salonda bir arada bulunduğu Güneş........
© Habertürk
