O kutsal anlar
Ne yapıyorsun burada?
Düşünüyorum.
Becerebiliyor musun bari?
Neden benim canımı sıkıyorsun sen?
Yahu, ne dedik, becerebiliyor musun onu söyle.
Yalnız değilim.
Deli olmalısın.
Yok mu senin de içinde konuşan biri?
Haa, var, anladım.
Yalnız değiliz yani!
Yalnızsın, çılgınsın ve hep sessizsin. Neden?
İzliyorum.
Hakkın var mı buna?
Var!
Emin misin?
Sevgi dolu olduğuma eminim.
Çıldırmışsın sen ve ben yanından kaçarak uzaklaşıyorum.
Derin, o dolgun bacaklarıyla hakikaten kaçarak uzaklaştı yanımdan. Bense tapınağım olan bu kütüphanede açtım bilgisayarı ve başladım. Çok düşünecek az konuşacaktım. Az konuşunca da insan bir şekilde yazmak istiyor. Mademki çok düşünüyor az konuşuyordum o hâlde yazacaktım. Klavyenin tellerine konan kuşlarla başladım tıngırdatmaya. Özgürdüm ve kasıtsızdım. Kasıtsız olduğum için mi özgürdüm, özgür olduğum için mi kasıtsızdım? Ruhumun bir tek kendisine haksızlık ettiğine kani idim. Bu, zor olsa da yeter. Başladım.
Yıldız, büyük bir şirkette kâtip. Kendisi gibi farklı bir arkadaşı daha var, Süreyya. Süreyya, Yıldız’dan büyük ama düşünce, tarz ve tutumları çok büyük bir uyum içerisinde. Yıldız özgünlüğün ve özgürlüğün hayranı. Kendisi olmanın delisi. Bunun bencillik olup olmadığını da sorgulayıp durmakla nafile yere zaman harcıyor. Ah be Yıldız, insanın kendisi olmayı istemesiyle bencilliğin ne alakası var? Yıldız, bu soruyu duysa başlar yine sorgulamaya. Bir türlü Sezar’ın hakkını Sezar’a vermez, gönül rahatlığıyla ayaklarının üzerinde şöyle bir durmaz. Sürün o zaman inatçı şey, her insan kendi ayaklarının üzerinde duran bir şey.
Bir gün şirketin müdürü çıkageldi. Yıldız ve Süreyya’ya biliyorsunuz ki şirketimizin bir kütüphanesi var, dedi. Yıldız ve Süreyya saygıyla biliyoruz dediler. Müdürün onlardan ricası kütüphaneye çekidüzen vermeleri idi. Belli, demek ki denetim vardı. Bunu zaten ikisi de düşünüp durmakta idi. Orası kültürdü, mirastı, öksüzdü; daha fazla öksüz kalamazdı. Girdiler bir gün kütüphaneye. Çıkardılar önlükleri, sıvadılar kolları. Suya sabuna dokundular. İki bin kitabı indirdiler raflardan, iki bin kitabı dizdiler raflara. Bu iki bin kitap Yıldız’ın okuduğu kitap sayısına denkti. Sildiler, süpürdüler, temizlediler. Sonra dönüp koklaya koklaya gözleri ile okşadılar kitapları. Tamamdı, tastamamdı. Hele bir köşe oluşturmuşlardı ki: Atatürk Köşesi. Yıldız, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili kitapları görünce böyle bir düşünce ileri sürmüştü. Süreyya’ya, hadi gel bir Atatürk Köşesi oluşturalım demişti. Oluşmuştu… Oluşmuştu oluşmasına da okuyan yoktu. Okuyanı bırak hatırlayan yoktu. Hatırlayanı bırak bilen yoktu. Ah, bu coğrafya zordu. Gizlenecek kadar zordu, kaçacak kadar zordu. Düşünceler kelepçeli, eller bilekten değil kürekten bağlı idi. Dilini uzatamazdın, lafını söyleyemezdin, içten içe coşar, dıştan dışa susardın. Deli fişektin baştan ayağa, kalbin orada onlarla çarpardı; ellerini ve dilini bu coğrafya bağlardı. Yıldız, çözmüştü işi, kırılmıştı dişi. Dişi kırıldıktan sonra da dilini yutmuştu, düşüncesini susmuştu. Susmuştu susmasına da, sustukça bilenmişti. Böyle bir coşkunlukla, böyle bir aşkınlıkla, böyle bir tutkunlukla dolu olup da böyle bir susmayı kim becerebilecekti? Yük ağırdı, Tanrı bağırdı: Sakin ol! Yıldız da sakin olmayı mantıklı bulmuştu. Özgür olabilenlerde teselli bulmuştu. Keşke Âdem oğulları, Havva kızları bu kadar ayrışmasaydı. Yıldız, bu noktada alabildiğine hümanistti. Ona göre hümanizm karın doyururdu, ruh doyururdu, herkesi korurdu. Ah, bu zamanda erdemli olmak aptal olmaktı, bu zamanda erdemli olmak zavallı olmaktı, bu zamanda erdemli olmak korkak olmaktı; ama Yıldız’ın inancı tamdı, Tanrı erdemli olmayı bir gün tutup ayağa kaldıracaktı. Aman ha, erdemli olmak terk edilmemeliydi. Bu, Yıldız’ın kendine tekrar edip durduğu ihtardı.
Devam eden günlerde Yıldız ve Süreyya sık sık geldiler özene bezene süsledikleri bu kütüphaneye. Her geldiklerinde kitapların o derin kokusunu ciğerlerine çektiler. Başka bir havası vardı buranın: Büyülü, tılsımlı, şifalı. İşten fırsat buldukça çıktılar dördüncü kattaki bu köşeye. Yıldız, hadi Süreyya okuyalım; Süreyya, hadi Yıldız okuyalım dedi. Okudular. Okudukça kendilerini dokudular. Kilim dokudular. Kilimin bir sürü nakışı vardı. Hangi birine en güzeli demeli ki? Yine de bir Ayşe Kulin demeli, yine de bir Elif Şafak demeli, yine de yine de yine de… Son ilmeği yoktu bu kilimin. Kilimin........
© Haberton
