Hakkını verdin mi?
Kahvemizi yudumlarken bile… Hani sabahın ilk saatlerinde “oh mis gibi kahve kokusu, yeni bir gün” deriz ya, işte o kahvenin hakkını veriyor muyuz? Yoksa bir elimiz telefonda, zihnimiz bin parça düşünce arasında kaybolmuşken “bir bakmışız bitti” dediğimiz o sıradan içişlerden biri mi oluyor?
Ekmeği düşünelim… Soframıza gelen bir dilim ekmeğin, tarlada toprakla buluşmasından fırında pişmesine kadar geçen yolculuğunu. O emeğin hakkını veriyor muyuz, yoksa farkına bile varmadan, aceleyle tüketiyor, israf mı ediyoruz?
Aslında mesele sadece kahvede ya da ekmekte değil. Bir gülümsemenin hakkını vermek, bir dost sohbetinin hakkını vermek, bir işi en iyisiyle yapmak… İşte hayatın özü burada gizli. Ama modern zamanın ironisi şudur ki: Hakkını en çok vermemiz gereken şeylerin hakkını kaçırıyoruz. Telefonun hakkını veriyoruz ama komşunun kapısını çalıp halini hatır sormuyoruz. Kahve zincirlerinde sıra bekliyoruz ama annemizin elinden çıkan kahvenin hakkını vermeden “hızlıca” içip geçiyoruz.
İşte burada bir başka boyut açılıyor: Doğduğumuz anda bize emanet edilen doğum mizacı. Hepimizin bir mizacı, bir yaklaşım tarzı var.........
© Haberton
