Yitik hazinenin izinde: Hikmeti bulmak ve üretmek
ARANILANIN ADI, UNUTULANIN YASI
Hikmet... Asırlardır bilgiyi mayalayan, irfanı doğuran, hayatı anlamlandıran bir öz. Çoğu zaman bir peygamber çağrısında, kimi zaman bir derviş sözünde, kimi zaman bir anne duasında belirir. Çok konuşmaz ama çok şey söyler; az görünür ama her şeyin arkasındadır.
Bugün çok şey biliyoruz; ama neden bildiğimizi, niçin bildiğimizi unuttuk. Ezberlerimiz arttı ve fakat ferasetimiz zayıfladı; kalabalık bilgilerle yalnızlaştık. Hikmet ne sadece kuru bir bilgelik ne de raflara kaldırılmış eski bir düşünce kalıntısıdır. O, hayatla iç içe olan, yaşarken sınanan, davranışta vücut bulan hakikatin adıdır ve ancak arayanların ve soranların yol arkadaşıdır.
HAYATI OKUMA SANATI: HİKMETİN SESSİZ REHBERLİĞİ
Hikmet, kelimelerin ötesinde bir sezgiyle varlığı okuma biçimidir. Görünenle yetinmeyip ardını görebilmek, olaylar arasındaki görünmez bağları hissedebilmek, zamanı ve mekânı aşan bir farkındalıkla yaşamak…
Hikmetli bir bakış; sözde ve işte doğruyu bulma çabası, doğru akıl yürütme, isabetli tedbîr alma ve ölçüyü gözeten bir muhakemeyle davranma hassasiyetiyle şekillenir. Sadece bilmek yetmez; bilinenin nereye konulacağını, nasıl söyleneceğini ve ne zaman eyleme döküleceğini sezmek gerekir; çünkü hikmet, bilgiyle yoğrulmuş bir dirayet, sezgiyle derinleşmiş bir ferasettir.
Her sözü yerinde söyleyen, her işi vaktinde yapan, her eşyayı anlamına uygun yere yerleştiren insan, hikmete yaklaşır. Hikmet, sadece akılla değil, kalple de kurulan bir köprüdür. Bu yüzden bazen susmak bir hikmettir, bazen konuşmak… Bazen beklemek hikmettir, bazen harekete geçmek; bazen vazgeçmektedir, bazen sonuna kadar direnmekte; bazen görünmemekte gizlidir, bazen en görünür olmada…
BİLGELİK İÇİN BİLMEK YETMEZ
Hikmet ehli, yalnızca bilen değil, bildiğini hikmetle yoğurabilen kişidir. Sözleri yormaz, ama iz bırakır. Kararlarında denge, davranışlarında zarafet vardır. O, günlük tepkilerin dışında köklü bir kavrayışla hareket eder.
Kur’an-ı Kerim’de hikmet; ilimle, akılla, adaletle ve güzel ahlakla birlikte zikredilir. Lokman Suresi’nde “Andolsun, Lokman’a hikmet verdik.” buyrulur. Bu ayet-i kerimeyle hikmetin zihinsel bir yetenek, ahlâkî bir kemal ve ilahi bir lütuf olduğu öğretilir.
Peygamber Efendimizin şu veciz hadisi ise, hikmetin hem değerini hem de unutulmuşluğunu hatırlatır:
“Hikmet, müminin yitik malıdır; nerede bulursa alır.” ( İbn Mâce, Zühd, 15)
Evet, hikmet unutulmuş bir miras, ama yeniden hatırlanması gereken bir cevherdir. Onu bulandan daha çok arayan kıymetini bilir. Şüphesiz her arayış, kalpten bir yürüyüştür hakikate doğru; hikmet ise bu yürüyüşün sabırla yoğrulmuş meyvesidir.
MEDENİYET, YİTİK HAZİNELERİ TOPLAYANLARIN KURDUĞU BÜTÜNDÜR
Hikmet arayışı, mümini öğrenmeye açık, araştırmaya istekli ve faydalı olanı kuşanma bilinciyle donatır. Bir düşünce, bir yöntem, bir ilke hakikate yaklaştırıyor, adaleti ve ahlâkı büyütüyorsa, işte o hikmettir ve müminin emanetidir. Peygamberimizin hadisi, bilginin kimden geldiğine bakılmaksızın hayırlı, faydalı ve kendi kültür kodlarımıza aykırı olmayanın sahiplenilmesi gerektiğini bildirir; ancak bu sahiplenme, eleştirel süzgeçlerden geçirilmiş, tevhidî bakışla tartılmış ve fıtrata uygunluk ölçüleriyle değerlendirilmiş bir bilgi anlayışı üzerine kurulmalıdır.
İslam medeniyeti, yalnızca kendi içine kapanarak değil; hakikate açık duran, hikmetin izini süren bir anlayışla şekillenmiştir. Farklı kültürlerden gelen birikimi toptan reddetmek yerine, önce eleştirmiş, ardından doğruluğunu araştırmış ve nihayet kendi kimliğine mâl ederek sahiplenmiştir. Böylece her bilgi, tevhid mihverinde yeniden yorumlanmış ve medeniyetin inşasında yerini almıştır.
Evet, bu yaklaşımın temelinde üç aşamalı bir düşünce süreci yer alır:
İlk adım tenkittir. Gelen bilgi, eleştirel bir süzgeçten geçirilerek değerlerimizle çatışan unsurlar açısından değerlendirilir; zayıf, çelişkili ya da yozlaştırıcı yönleri ayıklanır.
Ardından gelen tahkik aşamasında, süzgeçten geçen bilgi vahiy, akıl ve fıtrat gibi temel ölçütlerle sınanarak doğruluğu araştırılır.
Son olarak temellük devreye girer. Artık bu bilgi, medeniyetimizin ruhuyla bütünleştirilerek sahiplenilir ve özgün bir biçimde yeniden inşa edilir. Böylece bilgi, hikmete dönüşerek anlam kazanır.
Bu birleştirici ve dönüştürücü yaklaşım, asırlardır “Anadolu irfanı” dediğimiz hayat tarzının da temelini oluşturmuştur. Anadolu irfanı; yalnızca bir halk bilgeliği değil, hikmeti gündelik hayata taşıyan, Kur’ânî ilkeleri ve Peygamberî ölçüleri esas alan, tefekkürle mayalanmış ahlakı, hayat üslubuna dönüştüren bir kültür iklimidir. Anadolu insanının sadeliğinde, derinliğinde, merhametinde, adaletinde, tevazusunda hep aynı maya vardır: Hikmetle yoğrulmuş bir hayat bilinci. Bu irfan, yitik hazineleri aramış, bulmuş ve medeniyetimizin hamuruna katmıştır; zira medeniyet, yitik mânâları bulanlardan ziyade onları hikmetle yeniden yoğuranların kurduğu bir bütündür.
MEKÂNA DEĞİL, MAHİYETE BAKMAK
Hadis-i şerifteki “Nerede bulursa alır.” ifadesi, hikmetin menşeinden çok mahiyetine dikkat çekmektedir. Yani doğuda da olabilir, batıda da. Uzak Doğu’nun sükûnetle yoğrulmuş kadim öğretilerinde, Afrika’nın baobab gölgesinde anlatılan masallarda, Güneydoğu Asya’nın sabah buğusu içindeki pirinç tarlalarından yükselen ezgide, Kuzey Avrupa’nın taş sessizliğine gömülmüş bir bilge sözünde ve Anadolu’nun göç yolundaki bir dervişin dilinde tecelli edebilir. İslam düşüncesi, bilginin sınırlarını kaldıran evrensel bir ufuk açar.
Bu anlayış, İslam medeniyetinin zihni temelini oluşturmuştur. Müslüman alimler; Yunan felsefesini, Hint matematiğini, Çin astronomisini ve İran tıbbını kendi medeniyet terazisinde tartarak sentezlemiş, bir kültür mirası oluşturmuşlardır. Onlar için hikmetin doğduğu yerden ziyade taşıdığı değer önemliydi.
HİKMETİ ARAMAK KADAR, ÜRETMEK DE MÜMİNİN SORUMLULUĞUDUR
Başkaları tarafından üretilen şeylerin yalnızca pasif kullanıcısı konumunda kalındığında kaçınılmaz olarak onların şekillendirdiği bir hayat tarzına mahkûm olunur. Özellikle dijital çağın sunduğu teknolojik imkânlar, savunma sanayiinden kültüre, eğitimden bilime, gündelik alışkanlıklardan zihin haritalarına kadar hemen her alanda üretenin özne, tüketenin ise nesne konumuna itildiği bir dünyada yaşıyoruz. Eğer kendi sistemlerimizi kurmaz, kendi teknolojimizi geliştirmez, kendi kavramlarımızla düşünmezsek; yalnızca kullanan, ama hiçbir zaman yöneten olmayan bir topluluk hâline geliriz. Bu bağlamda asıl sorumluluğumuz; bizzat üretmek, yeni imkânlar inşa etmek ve kendi değer dünyamıza uygun bir hayat tarzını kendimiz kurmaktır.
DİJİTAL ZEMİNLER: GÖRÜNEN ARAÇLAR, GÖRÜNMEYEN TASARIMLAR
Bugün kullandığımız dijital platformlar iletişim ve eğlence araçları olmanın ötesinde onları üretenlerin zihin dünyasını ve değer önceliklerini taşıyan kodlanmış yapılardır.
Algoritmalar, içerik akışı ve kullanıcı etkileşimi gibi unsurlar, görünmeyen bir tasarıma göre işler. Sosyal medya platformları, kullanıcıyı sürekli belirli içeriklere maruz bırakır, tercihlerini yönlendirir, dikkatini çeker ve zamanla nasıl düşünmesi gerektiği konusunda görünmez sınırlar çizer.
Bu araçlar, normal şartlar altında faydalı gibi görünse de olağanüstü zamanlarda birer dijital silaha dönüşebilir. Bir güncelleme ile erişim kesilebilir, konum bildirilebilir, bilgi görünmez kılınabilir, toplumlar manipüle edilebilir. Bu sebeple üretmeyen ve sadece kullanıcı pozisyonunda kalan toplumlar, görünürde özgür ve fakat gerçekte başkalarının zihinsel kuşatmasına açık hâle gelirler.
Peygamber Efendimizin şu uyarısı, bu konuda evrensel bir düsturdur: “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb 83)
Bu hadis, müminin ferasetli, sorgulayıcı, dikkatli ve tekrar eden tuzaklara karşı uyanık olması gerektiğini bildirir. Aynı hatalara düşmemek, aldatıcı sistemleri tanımak ve yeni yollar inşa etmek, ümmetin dirayetli varlığını koruyabilmesinin ön şartıdır.
MÜFREDATLAR: ZİHNİ ŞEKİLLENDİREN SESSİZ MİMARİLER
Eğitim müfredatları da benzer şekilde bilgi aktaran araçlar olmakla birlikte bir dünya........© Haber7
