menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kelimeler ülkesinden medeniyetin kalbine: ‘Sadece’ girdabından ‘Hem Hem’ ufuklarına

10 0
08.09.2025

Kelimeler Ülkesinden Medeniyetin Kalbine:
‘Sadece’ Girdabından ‘Hem Hem’ Ufuklarına

KELİMELER SAHİBİNE GÖRE KOŞAN ATLAR GİBİ

2015 yılının Mart ayında, bir akşamüstü Fındıkzade’deki mütevazı Diriliş Yayınları’nda Üstat Sezai Karakoç’un ziyaretine gitmiştim. Çevresinde halka olmuş gençlerle birlikte onun sözlerini dinlerken bir kelimenin bile dünyayı nasıl parçalayabileceğini ya da nasıl bütünleştirebileceğini ilk kez böylesine derinden hissettim. O akşam Üstat, “sadece” kelimesinin insanı ve ümmeti tabir yerindeyse nasıl sürgün ettiğini, “hem hem” bakışının ise bizi yeniden kendi kalbimize ve medeniyetimizin başkentine döndüreceğini anlatmıştı.

O akşamın bende bıraktığı iz işte bu yazı oldu. O sohbetten ilhamla kaleme alınan bu satırlar; bir çağrı, bir vefa, bir şahitlik ve bir sorumluluk taşımakla birlikte bize bırakılan bir emaneti omuzlama duasıdır.

Sürgünlerden başkente, dağınıklıktan bütünlüğe, tefrikadan vahdete, ‘sadece’nin dar hücrelerinden ‘hem hem’in geniş ufuklarına yelken açma çabasıdır. Aynı zamanda, ömrünü İslam’a ve ümmetin dirilişine adamış öncü bir şahsiyete duyulan hürmet ve muhabbetin dili olmayı amaçlamaktadır. Üstadın işaret ettiği yolun izinde önce kalbimizden, sonra kavramlarımızdan, ardından şehirlerimizden başlayarak ümmetin yeniden dirilişine uzanan bir hasreti dile getirmektedir; çünkü her yenilgi, aslında zaferin bir tohumudur ve her sürgün, başkente dönüşün müjdecisi. Mesele, 'sadece'nin girdabına kapılmadan, 'hem hem'in o engin ufuklarını görebilmekte.

HAYATA "SADECE" İLE BAKMAMAK

Kelimeler, sıradan araçlar değil; bakış açımızı, hayat tarzımızı, hatta medeniyetleri şekillendiren kültür kodlarıdır. Sezai Karakoç o sohbetinde:

“Önce inanç ve ahlak deyin; ama sadece inanç demeyin.” diye uyarmış, sonra da eklemişti:

“Sadece inanç diyenler, tarihte engizisyonlarla tahakküm kurdular. Diğerlerini yok saydılar. Sadece inanç demek bir tür ruhbanlaşmadır. Oysa İslam ruhbanlığı reddeder.”

Üstadın “sadece” uyarısı, basit bir kelime tahlilinden ibaret değildi. Hayata ‘sadece’ ile bakmak, bütünü parçalamak; parçalanan her şeyin içinden adaletin çekilmesi demekti. Gönül coğrafyamızda yaşanan yıkımların yalnız dış müdahalelerle değil, içeride büyüyen “sadece” anlayışıyla da ilgili olduğunu söylüyordu; zira hiçbir alan, ekonomi, ırk, siyaset, ya da kültür, tek başına merkeze alınamazdı. Her biri, ötekiyle dengelendiğinde anlamlıydı.

Kapitalizm, komünizm, faşizm ve benzeri ideolojiler, parçayı bütüne dönüştürme iddiasıyla insanı ve toplumsal yapıyı zedeleyen sistemler olarak tarih sahnesinde acı sonuçlar doğurdu. İslam ise inanç merkezli fakat çok boyutlu bir hayatı bizden talep eder; manevi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleriyle bütünüyle kavranmış bir hayatı...

İDEOLOJİLERİN PSİKOLOJİK KÖKLERİ: İLK İSYANDAN GÜNÜMÜZE

Hakikatin yalnızca bir yanını mutlaklaştıran kişi, diğer yanlara körleşir. Böylece hakikati değil, kendi daraltılmış yorumunu merkeze alır. Bu da beraberinde dengesizlik, çatışma ve çürüme getirir. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Her ideolojinin arkasında aslında bir psikoloji, bir nefis zaafı vardır. İnsan çoğu zaman fikirlerini saf akıl yürütmeyle değil, duygularının, arzularının, korkularının ve ihtiraslarının etkisiyle şekillendirir.

Tıpkı Hazreti Âdem’e secde emrine karşı çıkan İblis’in isyanında olduğu gibi:

“(Allah buyurdu): Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?”
(İblis) dedi ki: “Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sen beni ateşten yarattın, onu ise topraktan.”
(A‘râf, 12)

İblis, aslında içindeki haset ve kibir zaafına aklî bir bahane bulmuştu. Asıl sebep psikolojikti ve fakat bunu ideolojik bir dille gerekçelendirdi. İşte ideolojilerin çoğu da bu mekanizma ile doğar; nefsanî zaaf, aklî gerekçeye dönüşür.

Onun sözlerinde, yaratıcı olarak Allah’ı kabul ettiği halde emre isyan ederek O’na ortak koşma (şirk) vardı.

“Ateş çamurdan üstündür.” yaklaşımında maddenin maneviyata üstün sayıldığı bir materyalizm vardı.

“Ben ateştenim, o ise topraktan.” iddiasında, ırkçılığın ve üstünlük fikrinin temeli olan bir faşizm vardı.

İlahi vahyi bir kenara bırakıp kendi kıyasına dayanan cevabında vahyi dışlayan felsefî anlayışların tohumu vardı.

Anlaşılan şudur ki insanın içindeki haset, kibir, hırs ve ihtiras, tarih boyunca ideolojilerin zeminini hazırlamış, “sadece”lerle hakikatin bütünlüğünü parçalamıştır. Bu meyanda “İlk ideolog İblis’tir.” demek bu durumu özetleyen bir cümle olabilir; zira o, nefsinin kibir ve kıskançlığını aklî bir bahane ile meşrulaştırmaya çalışmış, emr-i ilahiyi kendi yorumu karşısında değersizleştirmiştir.

İnsanlık tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur:

Sadece inanç diyenler, hakikati tek boyuta indirgedi, ruhbanlıkla toplumları tahakküm altına aldı. İnancı, akıl ve hayatın diğer alanlarından kopardılar, teokratik baskı ortaya çıktı. İnsan, ruhban sınıfının keyfi yorumlarına boyun eğmek zorunda bırakıldı.

Sadece emek diyenler, insanı bütünüyle maddi üretim gücüne hapsetti, maneviyatı, inancı ve ahlakı yok saydı. Böylece sosyalizm adı altında farklı akımlar gelişti, en uç biçiminde ise insanı kolektif bir makinenin dişlisine indirgeyen komünizm ortaya çıktı. Fert silindi, emeğin tek ölçü olduğu bir düzende hür irade ve iman ezildi.

Sadece para diyenler, her şeyin ölçüsünü maddî kazanca bağladı, merhameti boğdu, ahlakı bastırdı. Bunun sonucunda kapitalizm, insanı tüketici ve üretici rolleriyle tanımlayan, adaleti ve merhameti dışlayan bir düzen haline geldi. İktisadî başarı uğruna insanın şerefi feda edildi, ahlak piyasaya kurban edildi. Bugün neo-liberal tüketim kültürüyle insanı bütünüyle pazara esir etti.

Sadece ırk diyenler, insanı doğuştan gelen aidiyetlere mahkûm etti, başkasına hayat hakkı tanımayacak kadar tağutlaştı. Bunun sonucunda faşizm, üstünlük iddiası üzerine kurulu, ayrımcılığı sistemleştiren bir ideolojiye dönüştü. Irkı mutlaklaştıran bu bakış, toplama kamplarını, soykırımları ve savaşları beraberinde getirdi. Aynı şekilde Siyonizm, kendini “seçilmiş ırk” söylemine dayandırarak bir halkın varlığını diğerlerinin yokluğu üzerine kurdu. Filistin’in işgali, sürgünler, zulümler bu anlayışın tarih sahnesindeki tezahürüdür.

Maalesef bu zihniyet, yalnızca bilindik ideolojilerle sınırlı kalmadı. Bugün de farklı kılıklarda karşımıza çıkıyor:

Teknoloji merkezli bakış, insanı bir algoritmaya indirgerken ruhu da makinenin gölgesine hapsetmektedir. İnsanlık, ekranların ve yapay zekânın hükmü altında bir “dijital putçuluk” tehlikesiyle yüz yüzedir.

Haz odaklı yaklaşım, hayatı tüketim kültürüne mahkûm eden bir zihniyete yol açmakta, kalpleri boşaltmaktadır. Reklamlarla, eğlence endüstrisiyle ve sürekli tüketime yönelten mekanizmalarla insan, kendi iç sesini kaybetmektedir. Bu da modern çağın hedonizmini beslemektedir.

Bireysel özgürlük hezeyanı ile sorumluluğu, mensubiyeti ve hakkaniyeti unutturan ideolojiler, insanı köksüzleştirmektedir. Böyle bir anlayışta fert, bireye dönüşür ve “ben”in çıkarına hapsolur; aile, millet, ümmet ve insanlık için taşıdığı yükümlülükleri terk eder. Sonuç, özgürlük görüntüsü altında bir köksüzlük ve anlamsızlık sürgünüdür.

Hayatı yalnızca dünyadaki ömürden ibaret görenler, onu gelip geçici zevklere ve maddî menfaatlere indirgemektedir. Ahireti unutan bu bakış, insanı kalıcı olana değil, geçici olana bağlar. Böylece ebedî hakikatin yerine fâni olanı koyar, sonuç ise dünyevileşme sürgünüdür.

Aslında hepsi aynı kökten beslenir; insanın nefsî zaaflarını merkeze alması.

Haset, kibir, hırs, ihtiras, tamah ve riya; farklı çağlarda farklı kılıklara bürünse de sonuç değişmez: Bütünlük kaybolur, adalet çekilir, insan sürgüne düşer

“HEM HEM” UFKU İLE İTİDAL VE İSTİKAMET ÜZERE OLMAK

İslam, insana nefsin dar kalıplarını aşmayı öğretir. İnsanı tek boyutlu “sadece”lerin kıskacından çıkarır hem aklı hem kalbi hem maddeyi hem manayı hem dünyayı hem ahireti birlikte kuşanmayı teklif eder.

İslam’ın yol haritası parçalama değil, altın oranda denge ve bütünlük üzerine kuruludur. Bu doğrultuda “sadece”nin insanı nasıl girdaplara sürüklediğini ve “hem hem”in hangi ufukları açtığını görmek gerekir; zira tarih boyunca pek çok sürgünün kaynağı “sadece” olmuş, dirilişlerin anahtarı ise “hem hem” olmuştur.

İslam, hayata “hem hem” ile bakmayı öğretir.

Hem inanç hem ahlak,

Hem emek hem para,

Hem hürriyet hem sorumluluk,

Hem Kur’an hem sünnet,

Hem biz hem onlar…

Bu bakış, parçaları mutlaklaştıran dar anlayışları değil, bütünün ahengini gözeten itidali esas alır.

İtidal, aşırılıktan uzak durmak; ne çok fazla ne çok az, tam gerektiği kadar olmak, orta halde bulunmak, ölçülülük içinde hareket etmektir. Hakikatin terazisi ancak bu itidal ile kurulabilir.

Bu bütünlük gözetildiğinde insan da toplumsal yapı da adalet terazisinde dengelenebilir. İtidal, “orta yol” olmanın yanı sıra her parçaya hakkını verip onu bütünün ruhuna bağlayan denge demektir. Ancak itidalin bir istinatgâha, yani ilahî bir temele dayanması gerekir. Bu istinatgâh, istikamettir. İstikamet; Allah’ın emrettiği şekilde hareket etmek, tâat ve ibadetleri eda edip yasaklardan uzak durmak, kısacası sırat-ı müstakim üzere bulunmaktır. İtidal, hakikat yolunun dengesi; istikamet ise bu yolun doğruluğu ve devamlılığıdır.

Burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta vardır: Bazı kavramlara ve değerlere “önce” demek yanlış değildir; zira öncelik vermek, diğerlerini dışlamak değil; bütünün inşasında temel taşı belirlemektir. İman ve ahlak elbette “önce”dir; çünkü bütün alanların mayasıdır. İlim, sanat, siyaset ve kültür ise “hem hem”dir; çünkü bu temel üzerinde yükselen dallardır. Dolayısıyla “önce” demek daraltıcı değil, sıralayıcı ve düzenleyici bir tavırdır. Yanlış olan, bu “önce”yi mutlaklaştırıp diğer alanları görmezden gelmektir. Hakikatin ölçüsü, önceliği koruyarak bütünlüğü gözetmektir.

Bugün ümmetin bağrında açılan yaraların çoğu da bu iki temel ilkenin kaybından kaynaklanmaktadır. Tefrikayı körükleyen zihniyetler, farklı kılıklar altında hep aynı daraltıcı “sadece”ye saplanmaktadır.

“Sadece Kur’an” anlayışıyla sünneti dışlayanlar, aslında Kur’an’ın bizzat emrettiği Peygamber örnekliğini yok saymaktadırlar. Kitabı bağlamından kopararak aklî ve nefsani yoruma indirgemekte, ayetleri yaşayan bir hayatın rehberliğinden........

© Haber7