İyilikte en üst makam: Sessizliğin irfanından cesur iyilik hareketlerine…
Bizim medeniyetimizde iyilik; kalpten doğan, bilinçli ve erdemli bir hayat tarzı olarak kök salmış, en kadim ve en zarif ahlak ilkelerinden biridir. Gizli yapılan iyilik, gösterişten ve alkıştan uzak kalarak sadece Allah rızasına yönelen bir ihlâsın tezahürüdür. Kişi yaptığı iyiliği gizledikçe iç dünyasında samimiyet kök salar, nefsin beğenilme arzusuna karşı bir direniş gösterir; zira sessiz iyilik hem kalbi riyadan korur hem de muhatabın izzetini incitmeden hayrı ulaştırır. Bu yönüyle iyilikte sessizlik bir irfan makamıdır; niçin verdiğini ve kime karşı sorumlu olduğunu bilme halidir.
Bu sessizlik hali, suskunluk anlamına gelmez. İçte büyüyen bu ihlâslı hâl, bir zaman sonra cesur adımlara dönüşür. Kalpte mayalanan iyilik, bazen bir yetimin başını okşar, bazen bir topluluğun yarasını sarar, bazen de kötülüğün tam karşısında bir duruş olur. Bu bağlamda sessizliğin irfanından beslenen iyilik, zamanla toplumu inşa eden en güçlü harekete dönüşür.
BİRR’DEN İHSAN’A: KUR’AN’DA İYİLİĞİN YOL HARİTASI
Kur’an-ı Kerim’de iyilik tek bir kelimeyle anlatılmaz; farklı katmanlarını yansıtan pek çok kavramla dile getirilir. Her biri iyiliğin başka bir yönünü öne çıkarır.
Birr, geniş ve kuşatıcı iyilik anlamına gelir; kullukta samimiyeti ve ahlaki erdemi ifade eder. Bakara suresi 177. ayette, “Birr, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir; asıl birr, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden…” diye devam ederek iyiliğin iman, ahlak, ibadet ve adaletle bütünleşmiş bir hayat tarzı olduğu vurgulanır. Ebrar ise “birr” kökünden türeyen bir sıfat olarak hayır, iyilik, itaat, doğruluk ve geniş kapsamlı erdemlilik halidir. Ebrar olan müminler; bu vasıfları en ileri derecede taşıyan, hayır ve iyilik yarışında öne geçen müstesna insanlardır. Kur’an-ı Kerim’de, “Şüphesiz ebrâr nimetler içindedirler.” (İnfitâr, 13) buyurularak iyiliğin en üst seviyede yaşayanların uhrevî mükâfatı haber verilir.
Hasene, iyi hâl ve hareketlerle hoşa giden, ulaşılmak istenen nimet ve imkânları ifade eden bir kavramdır. Kur’an’da hem dünyevî hem uhrevî iyilikleri kapsar; insanın arzuladığı bütün güzelliklerin ortak adıdır. Hasene, iyiliğin temel kavramıdır; zira insanın dünyada ve ahirette elde etmek istediği bütün hayır ve lütufları dile getirir. “Şu kesindir ki, Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez. Ama zerre kadar bir iyilik (hasene) yapılsa, onun sevabını kat kat artırır ve ayrıca kendi yüce katından pek büyük bir mükâfat verir.” (Nisâ, 40) ayeti, bu kavramın zenginliğini ortaya koyar.
Ahsen, “en güzel ve en iyi” anlamındadır. İyiliğin daha üst bir kıvama yükseltilmesini ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de: “Hanginizin amelinin daha güzel (ahsenu amela) olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk, 2) ayetiyle birlikte zikredilir. Bu ayette, insana verilen hayatın asıl maksadının, ameli en güzel biçimde yapma gayretiyle yaşamak olduğu vurgulanır yani yapılan işin sayısından çok, ihlâsla, sadakatle ve güzellikle yerine getirilmesi, kulun imtihanının merkezinde yer alır.
İhsan, hasenenin zirveye ulaşmış hâlidir; iyiliğin en güzel kıvamda, en saf bilinçle icra edilmesidir. İhsan, sadece doğru davranış değil, Allah’ı görüyormuşçasına kulluk etmek, yapılan her işi ilahî huzur bilinciyle gerçekleştirmektir. Bu açıdan ihsan, hasenenin kemale ermiş şeklidir. İhsan üzere yapılan iyiliğe dair pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif, iyiliğin zarafet ve ahlaki mükemmellikle yapılması gerektiğini, Allah rızasını gözeten en yüksek bilinç hâlini hatırlatır.
Kur’an-ı Kerim’de iyiliği tamamlayan başka bazı kavramlar da vardır. Salih ve salihat, inançla birleşmiş, kişiyi ve toplumu onaran yapıcı ve başkasına fayda sağlayıcı amelleri ifade eder. Maruf, fıtrat ve akıl yoluyla herkesin güzel bulduğu, evrensel kabul görmüş iyiliktir. Hayr, en küçükten en büyüğe her türlü hayırlı işi kapsar; fadl ise Allah’ın lütfunu ve insanın faziletli davranışını dile getirir.
Bu kavram zenginliğini özetleyecek olursak; Kur’an-ı Kerim, iyiliği bir davranış biçimi olmanın ötesinde çok katmanlı bir şuur, ahlaki bir derinlik ve kulluğun zarif bir tezahürü olarak tanımlar. Birr ile başlar, hasene ile genişler, ahsen ile yücelir, ihsan ile kemale ulaşır. Salih amellerle toplumu onarır, marufla insanlığın ortak birikimine tutunur, hayr ile en küçük iyilik bile anlam kazanır, fadl ile bu çabanın Allah katındaki değerini artırır. Her bir kavram, iyiliğin farklı bir yönünü aydınlatır; birlikte bakıldığında ise Kur’an’ın sunduğu iyilik anlayışı, insanı hem iç dünyasında arındıran hem de topluma şifa olan bir yol haritası hâline gelir. Bu yol haritası, ihlâsla yapılan bir amelden, Allah’ı görüyormuşçasına yaşanan bir hayata kadar uzanan tekâmül seyrini gösterir. Kur’an’ın iyilik dili; niyeti arındırmayı, ameli güzelleştirmeyi, insanı yüceltmeyi ve toplumu diriltmeyi hedefleyen bir erdem inşasıdır.
ALLAH İYİLİK YAPANLARI SEVER
Kur’an’ın birçok yerinde tekrarlanan “Allah muhsinleri sever” (Bakara, 195) müjdesi, ihlâs ve sessiz iyilik anlayışının özünü ifade eder. Muhsin, yaptığı her işi güzellikle ve Allah rızasını gözeterek yapan, iyiliği sadece görünür bir yardım değil, bir kulluk şuuruna dönüştüren kimsedir. Gizli iyilik, muhsin olmanın en berrak göstergesidir; çünkü muhsin kişi, iyiliği karşılık beklemeden ve gösterişten uzak biçimde yapar. Böylece hem kendi nefsini beğenilme arzusundan arındırır hem de toplumun kalbinde güven ve merhamet duygusunu canlı tutar.
Gizli yapılan her hayır, insanın nefsini terbiye eder ve ihlâsın kapılarını aralar. İyilik, görünmeden yapıldığında yalnızca muhtaç olanın ihtiyacını karşılamakla kalmaz; yapan kişinin nefsinin arınmasına vesile olur. Beğenilme ve övülme isteği, insanın en güçlü nefsî tuzaklarından biridir. Sessiz iyilik, bu tuzağı aşmanın ve kalbi riya tozundan temizlemenin en etkili yollarından biri olur. Bu kavrayış, insanı ekmel ahlâk mertebesine, yani ahlaki mükemmelliğe taşır. Sessiz iyilik, muhsin olma yoluyla kulun Rabbine yakınlaşmasının da en güçlü adımıdır.
SAĞ ELİNİN VERDİĞİNİ SOL ELİN BİLE BİLMESİN
Sessiz iyilik anlayışını en güzel şekilde Peygamber Efendimiz dile getirmiştir:
“Sadakayı o kadar gizli ver ki, sağ elin verdiğini sol elin bile bilmesin.”
Bu hadis-i şerif, verilen sadakanın olabildiğince gizli tutulmasını, verenin bile adeta unuturcasına ihlâsla hareket etmesini öğütler. İyiliğin duyurulması, insanda gurur ve gösterişe kapı açabileceğinden sadaka verenin gururlanmaması, alanın da mahcubiyet yaşamaması için en faziletli olan gizli yapılmasıdır. Nitekim ayet-i kerimede buyrulur:
“Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne âlâ! Eğer onu fakirlere gizlice verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (Bakara,271)
Gizli yapılan iyilik hem verenin kalbini riyadan korur hem de verilen kişinin haysiyetini incitmez.
Peygamberimiz bir diğer hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
“Yedi sınıf insan vardır ki, Allah Teâlâ onları kendi (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı (Kıyamet) gününde arşının gölgesinde gölgelendirir. Adaletli yönetici, Allah’a ibadetle büyüyen genç, kalbi camilere bağlı mümin, Allah için birbirini seven, bu uğurda bir araya gelip bu sevgi ile ayrılan iki dost, mevki sahibi olan güzel bir kadın tarafından birlikte olmaya çağrıldığı hâlde, ‘Ben Allah’tan korkarım’ cevabını veren yiğit, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka veren cömert, tenha yerde Allah’ı anarak gözleri yaşla dolup taşan abid.” (Müslim, “Zekât”, 30)
Bu hadis-i şerif, gizlice yapılan bir iyiliğin ahlaki olgunluk ve ihlasın zirvesi olduğunu gösterir. Sağ elin verdiğini sol elin bilmeyeceği derecede yapılan sessiz iyilik, verenin kalbini riyadan korur, alanın da şerefini muhafaza eder. Bu hal, kişinin hem Rabbine karşı saygısını hem de insana karşı inceliğini ortaya koyar. Mahşer gibi her şeyin açığa çıktığı o büyük günde, sadece bu samimi ve gizli iyilik sahiplerinin arşın gölgesinde gölgelenmesi ise, bu davranışın ne kadar kıymetli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
İYİLİĞİN RUHUNA SIZAN TEHLİKE: MANEVÎ TEFECİLİK
Cemil Meriç’in “Yapılan iyiliğin karşılığını beklemek manevî tefeciliktir.” sözü, güçlü bir uyarı niteliğindedir. Nasıl ki tefecilik; parayı faize verip haksız kazanç beklentisi üzerine kuruludur; manevî tefecilik de iyilikten bir tür “manevî faiz” umma hâlidir. Bu beklenti, iyiliğin ruhunu zedeler, ihlâsı örseler.
Günümüzde bu tavır farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Sosyal medyada iyilik görüntülerini paylaşarak beğeni ve takdir toplamaya çalışmak, bir yardım kampanyasına adını duyurmak için katılmak, iş hayatında yapılan bağışları bir tür reklam malzemesi hâline getirmek, siyasi ya da kurumsal çıkar için hayır işlerini vitrine taşımak… Bunların her biri, iyiliğin özüne sızan manevî tefeciliğin örnekleridir.
Kimi zaman daha kişisel alanlarda da görülür: Birine yardım ettikten sonra teşekkür beklemek, minnet duygusunu talep etmek, “Ben olmasam yapamazdı” hissine kapılmak… Bu da kişinin kendi nefsini yüceltme arzusu olarak aynı tehlikenin başka bir yüzüdür.
Bu konuda Kur’an-ı Kerim de çarpıcı bir uyarı yapar:
“Ey........© Haber7





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d