menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

15 Temmuz’un saklı zihin kodları: Tehlikeli yönelimler ve fikrî sapmalar

10 2
14.07.2025

Bazı geceler vardır, karanlığı sadece gökyüzüne değil, zihinlere ve vicdanlara da çöker. 15 Temmuz gecesi işte böyle bir geceydi. Sıradan bir darbe girişiminin çok ötesinde, milletimizin ruh köklerine yönelmiş sinsi bir taarruzdu bu. Tankların gölgesinde ahlakımız, inancımız, değerlerimiz ve ortak vicdanımız hedef alındı. Bu, sadece bir askerî kalkışma olmayıp zihnî bir istila, manevi bir işgal girişimiydi.

O gece, kurşunlara karşı bedenlerini siper edenlerin şahadetiyle birlikte millet olma bilinci yeniden dirildi; ancak bu yeniden diriliş, sadece bir tepkinin ötesinde yıllarca süren tahribata karşı topyekûn bir uyanışın ifadesiydi. Zira karşımızda duran, dışarıdan desteklenen ama içeride yuvalanan; kendi kültüründen kopmuş, dini değerleri bir araç olarak kullanan, kavramlarımızı tahrif eden, mukaddesatı istismar eden bir yapının acı mirasıydı. Bu yapı, kurumlarımızın yanı sıra insanımızın zihnini, kalbini, aidiyet duygusunu ve hakikatle bağını da zehirlemeye çalıştı.

15 Temmuz’u anlamak, olup biteni anlamakla sınırlı değildir, ona giden zihnî süreci de çözmekle mümkündür. Bu sürecin satır aralarında, “sadece biz” anlayışıyla mutlak hakikat iddiasında bulunan, istikameti kaybetmiş, dini değerleri araçsallaştıran ve kutsalları suistimal eden bir zihniyetin ipuçları gizlidir. Bu ipuçlarını takip etmek, tehlikeli yönelimleri ortaya koymak ve yeniden sağlam temellerle şekillendirilmiş bir şuur oluşturmak, geleceğe sağlam adımlarla yürüyebilmemiz için kaçınılmazdır. 15 Temmuz, bu açıdan bir tarihten ibaret olmayıp bir hesaplaşma ve bir ihanetin resmi olmayıp hakikatin yanında sebat edenlerin şahitliğidir.

15 Temmuz’daki darbe kalkışması, ümmetin umudu ve son kalesi olan Türkiye’nin mazlum ümmet coğrafyasına örnek oluşturacak bir direniş ve dirilişinin yaşandığı tarihi bir olay olarak kayda geçmiştir. 15 Temmuz direnişi; Emperyalistlerin gönül coğrafyamızda ve özellikle Filistin, Libya, Irak ve Suriye’de sebep olduğu yıkımın bir benzerini ve daha şiddetlisini Türkiye üzerinde tezgahladığı planların ve kurduğu tuzakların Allah’ın lütfu ve milletimizin iradesiyle boşa çıkartıldığı ve kapı dışarı edildiği bir karşı hamlenin zaferidir. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle akılları çıldırtan Müslüman bir aklın karşı atağı ve devrimi deviren sağlam iradesi ile Türkiye Müslümanları ve tüm mazlumlar için bir bilinç aşısı, bir güven tazelenmesi ve bir direniş örnekliği olarak kazanılan bu zafer; Türkiye’yi İslam aleminin liderliğine ve küresel bir güç olmaya taşıyacak ve ümmetin birliğine gidecek yolda kilometre taşlarından biri olarak tarihe geçecektir.

15 Temmuz direnişini, sadece akıl ehli olanların değil aşk ve iman ehli olanların, sonunu düşünmeden gösterdikleri kahramanlığı şehadetle taçlandırdıkları ve bereketlendirdikleri bir iftihar tablosu olarak okumak gerekir. Diğer bir tahlilde; mazlumlara sahip çıkmanın, muhacirlere ensar olmanın ve dünyanın dört bir yanında ekilen merhamet tohumlarının meyveye durduğunun ve ülkemiz için edilen duaların kabul edildiğinin resmidir. Kendisine sığınan milyonlarca insana uzatılan merhamet eli gibi, gönül coğrafyamızın her köşesine adalet elimizin de ulaşması için gayret göstermek; en büyük arzumuz ve dualarla desteklenmesi gereken en mukaddes vazifemiz olmalıdır.

Bu millet, yeni doğumlara gebe büyük bir sancıyla bu çetin sınavı yüz akıyla verebilmiştir hamdolsun. Bu süreci kazananların kuşandığı faziletler; iman, aşk, cesaret, tevekkül, şuur, vahdet, samimiyet, dürüstlük, fedakârlık, tevazu, ümit, vefa, diğerkâmlık ve memleket sevdasıdır. Kaybedenlerin rezillikleri ise; ihanet, iki yüzlülük, hile, entrika, takiye, korkaklık, tefrika, yalan, enaniyet, kibir, bencillik, asabiyet, taassup, yabancılaşma ve yalnızlaşmadır. Toplumsal ve kitlesel hareket olma bağlamında yine kazandıran; şeffaflık, doğallık, yerellik ve meşruiyet olmuş; gizlilik, kapalılık, örgütçülük ve gayr-i meşru teşebbüslerin tümü kaybettirmiş ve amaç-araç ilişkisi bağlamında tarihin çöplüğüne atılmıştır.

NİYETİN HÂLİS OLMASI, AMELİN DE MEŞRU OLMA ŞARTINA BAĞLIDIR

15 Temmuz’un saklı zihniyet kodlarını açmaya başladığımız bu aşamada, niyetin hâlis olması ile amelin meşruiyeti arasındaki bağa dikkat çekmek, yaşanan sapmaların anlaşılması için büyük önem taşır; çünkü sadece iyi niyetle hareket etmek, her zaman doğru ve meşru sonuçlara ulaşmak anlamına gelmez. İslam’ın prensibi, kalbin saf olmasıyla birlikte atılan her adımın vahyin, aklın, hukukun ve ahlakın sınırları içinde olmasını zorunlu kılar.

Bazı kişilerin niyetlerinin iyi olabileceğini var saysak bile 15 Temmuz’un arkasında organize olmuş, küresel güçlerin hesapları ve tuzaklarıyla iç içe geçmiş art niyetli bir yapı bulunduğu açıktır. Bu planlayıcılar ve yönlendirenler, memleketimize ve gönül coğrafyamıza karşı düşmanlık besleyen, milletimizin ve ümmetimizin birlik ve dirliğini hedef alan karanlık güçlerdir. Ülkemize zarar veren esas sorumluların kasıtlı ve kötü niyetli olduğu, bu oyunun büyüklüğünü ve vahametini gözler önüne sermektedir.

“Ameller niyetlere göredir” hadisi, niyetin önemini vurgularken niyetin tek başına yeterli olmadığını; yolların, yöntemlerin ve araçların da İslam’ın ilke ve esaslarıyla tam uyumlu olması gerektiğini bizlere hatırlatır. Bu sebeple hem niyetin hem de amelin uyumu, manevi ve toplumsal hayatımızın temelidir. Niyetin hâlis olması ancak salih, sahih ve şer’î ölçülere uygun amellerle anlam kazanır. 15 Temmuz’da yaşananlar, bu ilkenin ne denli hayati olduğunu ve hak yolunda sapmaların ne kadar tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini açıkça ortaya koymuştur. Hak ve hakikate ulaşmak için niyetin samimi ve amelin meşru olması, her müminin vazgeçilmez sorumluluğudur.

“FARZLAR ÜSTÜ FARZ” İDDİASI: SINIRLARI AŞAN BİR SAPMA

Farzlar, İslam’ın değişmez temel taşlarıdır; Allah Tealâ’nın kesin emriyle belirlenmiş, her Müslümana yüklenen açık sorumluluklardır. Namaz, oruç, zekât gibi farzlar, hem ferdî ibadetler hem de dinimizin kemik yapısını oluşturan ilahi emirlerdir. Bu farzların terk edilmesi, kişiyi hem manevi bir zayıflığa hem de toplumsal bozulmaya sürükler. Ne var ki, son dönemde bazı çevrelerin ve özellikle 15 Temmuz’u yaşatanların “farzlar üstü farz” şeklindeki söylemleriyle hem dini değerler bulanıklaştırılmış hem de bu değerlerin ardına saklanarak asıl farzlar göz ardı edilmiştir.

İslam’da hiçbir amaç, bir farzın terkine gerekçe olamaz ve haramı helal kılamaz. Buna rağmen bazı yapılar, kendi örgütsel veya ideolojik hedeflerini “farzlar üstü görev” olarak yücelterek yalanı, iftirayı, kul hakkı yemeyi ve zulmü meşrulaştırma cüretini göstermiştir. Dava adına yalan söyleyen, hizmet uğruna iftira atan, sözde büyük hedefleri için beş vakit namazı terk eden, Allah’ın sınırlarını görmezden gelen bu zihniyet, hakikatte dinin ruhuna ihanet etmiştir. Bu anlayış, “fazilet” görüntüsü altında büyük bir yozlaşmanın habercisidir. Peygamber Efendimizin: “Helal bellidir, haram da bellidir.” (Buhârî) hadisi, bu konuda çizgiyi net biçimde belirlemektedir. Din, hiçbir dünyevî çıkar uğruna eğilip bükülemez.

15 Temmuz gecesi, “hizmet” adıyla yola çıkıp farzları ihmal eden, haramları araçsallaştıran, halkın iradesine ve İslam’ın ahlak ilkelerine düşmanlık eden bir yapının, nasıl büyük bir felakete yol açtığına şahit olduk. “Farzlar üstü farz” söylemiyle halkı kandırmaya çalışanlar, Allah’ın hududunu çiğnemekten çekinmediler. Cinayet, bağy, iftira, fitne gibi büyük günahları kutsal bir amaca örtü yaptılar; oysa Allah’ın çizdiği sınırlar, hiçbir bahaneyle aşılamazdı. Gerçek mümin, emrolunduğu gibi dosdoğru yürür; farzlara sarılır, haramlardan sakınır ve İslam’ın ölçülerine sadakatle bağlı kalır. Dinin asıl yüceliği, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve Resulünün sünnetine ittiba ile mümkündür. Kimse kendi hevesine, aklına, ictihadına göre yeni farzlar icat edemez, dine yük taşıtırcasına ona sonradan ilaveler yapamaz. Hak, yalnızca hak yolda yürüyenlerledir.

ALLAH’IN EMRETMEDİĞİNİ DİN DİYE YAZMAK: KURGULANMIŞ DİNDARLIK VE SONUÇLARI

”… Kendilerinin icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onlara bunu emretmemiştik; sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapmışlardı, ama buna hakkıyla riayet etmediler. …” (Hadîd, 27)

Bu ayet-i kerime, Allah’ın emretmediği bir din anlayışını kendi arzularıyla inşa edenlerin, sonunda bu yapay inancın altında ezileceğini haber verir. Rabbimiz emretmediği halde, “kutsallık” vehmiyle kurgulanan ritüeller, yapılar ve metotlar, sahici dindarlığın yerine geçmeye çalıştığında sonuç daima hüsran olacaktır. Kelamullahın bu uyarısı, tarihî bir olaydan bahsetmekle kalmaz; aynı zamanda günümüz için de çok güçlü bir ikaz anlamı taşır.

15 Temmuz’a giden süreçte ortaya çıkan yapı, tam da bu ayetin işaret ettiği bir sapmayı sergilemiştir. Allah emretmediği halde, birtakım zorlama dinî kılıflarla kendi teşkilatlarını “tevhidin, ihlâsın, sadakatin merkezi” gibi gösterenler, zamanla dinin asli emirlerini gölgede bırakmış, hatta kendi uydurdukları sisteme itaat etmeyi “Allah’a itaat” gibi sunmuşlardır. Böylece kendi yazdıkları bir din anlayışını, Allah’tan gelmiş gibi göstererek hem kendilerini hem de bağlılarını hakikatten uzaklaştırmışlardır.

Oysa hakikat nettir: Allah’ın indirmediğini din diye takdim etmek hem ilahi iradeye karşı bir saygısızlık hem de insanları istismara açık hale getiren büyük bir fitnedir. Bu gibi yapay din anlayışları, dışarıdan bakıldığında ne kadar sözde parlak görünse de içinde hakikatin özü yoksa eninde sonunda çöker; zira sahte kutsallıklar üzerine bina edilen her şey yıkılmaya mahkûmdur. Bu gerçeği, asırlar önce bir gönül eri şu beyitle ne güzel dile getirmiştir:

“Gam değildir gide dünyâ kala dîn,
Gam odur ki kala dünyâ gide dîn.”

Evet, dünya gitse gam değildir; yeter ki din kalsın. Asıl korkulması gereken, dünya çıkarları uğruna dinin terk edilmesi, hakikatin tahrif edilmesidir. 15 Temmuz gecesi, dünya adına değil, din adına konuştuğunu sananların aslında dine ve hakikate en büyük ihaneti nasıl gerçekleştirdiğini acı bir şekilde göstermiştir.

AMACA ULAŞMAK İÇİN HER YOL MUBAH OLAMAZ

İnsanlık tarihi, “Amaç uğruna her yol mubahtır.” anlayışının yıkıcı sonuçlarıyla doludur. Bu Makyavelist düşünce, görünüşte yüce hedefler adına meşrulaştırılmaya çalışılsa da özünde ahlakî çöküşün, vicdanî yozlaşmanın ve toplumsal dejenerasyonun kapısını aralar; oysaki hakikat şudur: Bir gayenin kutsiyeti, onun peşinde koşarken izlenen yöntemlerin meşruiyetiyle ölçülür.

“Büyük dava”, “Vazgeçilmez mücadele” gibi söylemlerle yola çıkanlar, zamanla “sonuç odaklı” bir sapmaya düşebilir. “Zafer uğruna” yalan söylemek, “hizmet adına” haksızlık yapmak, “dava için” masumları feda etmek… Bunlar, hedefin büyüklüğünden ziyade ahlaki çürümüşlüğü gösterir. Araçların meşruiyeti, amacın meşruiyetinin garantisidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi bir eylem, ancak hem niyetin hâlis hem de yöntemin sahih olmasıyla değer kazanır.

Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethetmek gibi en büyük hedefe ulaşırken bile savaş ahlakını, adaleti ve merhameti asla çiğnememiştir. Bugün “cihat” adı altında masumları öldürenler veya “hizmet” iddiasıyla kul hakkı yiyenler, bu ilkeyi ihlal etmektedir. 15 Temmuz darbe girişimi, “Amaç uğruna her şey yapılabilir.” zihniyetinin vardığı korkunç noktayı gözler önüne sermiştir. Hedef ne kadar yüce olursa olsun, yol haramla döşenmişse, varılan yer bir zafer değil, manevî bir hezimettir. Müslümanın duruşu, “mutlaka kazanmalıyım” değil, “hakkıyla kazanmalıyım” olmalıdır. Vicdanı susturarak elde edilen başarı, şeytanın zaferidir.

Zira Allah Teâlâ kesin bir dille emrder:

“Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl, 90)
"Ne olursa olsun kazanayım." diyenler, eninde sonunda kendileri kaybederler. "Hak yolda hak üzere yürüyenler" ise, belki hedeflerine geç ulaşırlar; ama şerefleriyle, imanlarıyla ve insanlıklarıyla menzile varırlar. 15 Temmuz bize gösterdi ki: "Kutsal amaç" iddiası, haram yöntemleri meşrulaştırmaz. Gerçek zafer, erdemli bir mücadelenin sonucudur. "Ve insan, ancak çabasının sonucunu alır." (Necm, 9) Çabanız hak üzereyse, sonuç da Hakk’ın yardımıyla hak olacaktır.

“SADECE BİZ” YAKLAŞIMIYLA PARÇAYI BÜTÜN ZANNEDEN, BÜTÜNÜ PARÇALAR

Üstat Sezai Karakoç'un yerinde tespitiyle: "Hayata 'sadece' diyerek bakanlar, hakikati parçalarlar." Bu daraltıcı bakış açısı, İslam'ın kuşatıcı dünya görüşünü yaralayan bir virüstür. Tarih, bu indirgemeci zihniyetin doğurduğu felaketlerle doludur:

Sadece inanç diyenler ruhbanlığı,
Sadece emek diyenler komünizmi,
Sadece para diyenler kapitalizmi,
Sadece akıl diyenler pozitivizmi,
Sadece cihad diyenler zehir saçan örgütleri,
Sadece Kur'an diyenler Sünnet muhalifliğini,
Sadece "biz" diyenler ise taassup bataklığını, asabiyeti ve fanatizmi çıkarttılar..

"Şuculuk-buculuk" hastalığı, aidiyetleri tabulaştıran bir virüstür. Kavmiyetçilik, bölgecilik, mezhepçilik, cemaatçilik, particilik gibi dar kalıplar; hakikati tekeline alma küstahlığını, diğer müminleri ötekileştirme cüretini, nihayetinde İslam'ın evrensel potasını paramparça eden bir zihniyeti besler.

Kur'an-ı Kerim’de belirtildiği üzere hakiki mümin: İmanla ameli, tevekkülle tedbiri, dünyayla ahireti, emekle hukuku, parayla ahlakı, ben ile biz’i … hem hem ile aynı anda kuşanan denge insanıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettikten sonra sadece bir cami inşa etmekle kalmamış, aynı zamanda bu şehri sosyal, ekonomik ve manevi anlamda da inşa etmiştir. Medine’deki mescit, sadece ibadet edilen bir yer değil, aynı zamanda toplumun sosyal hayatının merkezi haline gelmiştir. Burada her türlü eğitim verilmiş, manevi derslerle birlikte pratik hayatın ihtiyaçlarına yönelik çözümler üretilmiştir.

Peygamberimizin en önemli prensiplerinden biri, dinin dünya işlerinden ayrıştırılmadan dünyevi işlerin ahlaki bir sorumluluk taşıması gerektiğidir. Bu bakış açısını en açık şekilde Medine'de kurduğu pazar yeriyle göstermiştir. Mescidin hemen yanında pazarı kurarak ticaretle ilgili temel kuralları ve ahlaki sorumlulukları da topluma öğretmiştir. Zikrullahın ve ticaretin birbirini dışlamadığını, her ikisinin de insan hayatının bir parçası olduğunu göstermiştir. Ticaret yaparken adaletin, doğruluğun ve dürüstlüğün esas olması gerektiğini vurgulamış, faiz ve haksız kazanç gibi zararlı uygulamalara karşı çıkmıştır. Hem dünyayı hem de ahireti dengeyle yaşamanın önemini, bu şekilde pratikte ortaya koymuştur. O, insanlara ibadet etmenin yanı sıra doğru bir şekilde dünyada da yer edinmeyi, adaletli ve dürüst bir şekilde yaşamayı öğretmiştir. Bu anlayış hem dünyevi başarıyı hem de ahiretteki kurtuluşu beraberinde getiren bir hayat tarzı sunmaktadır. Evet bu denge; imanla amelin, dünyayla ahiretin, emekle hukukun ve parayla ahlakın birbirini tamamladığı bir hayat anlayışını ifade eder.

15 Temmuz'un kodlarındaki virüslerden biri "Sadece biz" anlayışıdır. Darbeci zihniyetin beslendiği kaynaklardan biri bu indirgemeci bakıştı: "Sadece bizim hareketimiz en hak, en doğru" iddiası, "Sadece bizim lider kurtarıcı" sapkınlığı, "Sadece bizim yolumuz meşru" küstahlığı... Oysa İslam'da makamlar ganimet değil emanettir, güç araç değil sorumluluktur.

İstikamet üzere yaşanacak bir hayat için: "Sadece"yi değil "hem hem"i kuşanmalı,
hakikati tekelleştiren her iddiayı reddetmeli, ümmetin farklı renklerini zenginlik bilmeli.

Parçayı bütün sananlar, bütünü parçalarlar. Gerçek kurtuluş ise İslam'ın bu bütüncül, kapsayıcı ve kuşatıcı dengesini kuşanmaktan geçer.

TAKİYECİLİK VE GİZLİLİK: İSTİKAMETİN ÖRTÜLEN YÜZÜ

Takiyecilik; yalnızca bir yöntem ya da strateji değil; hakikatin üzerini örten, şahsiyeti aşındıran ve ilke ile değerleri araçsallaştıran tehlikeli bir anlayıştır. Sözüyle özü farklı olan, gerçek niyetini gizleyip başka yüzler takınan bir insan, zamanla kendi benliğini de yitirir. Kur’an-ı Kerim, Müslümana bu çelişkiyle değil, istikametle yaşamayı emreder: “O halde, emrolunduğun gibi........

© Haber7