“Umutsuzluk kolaycılık olurdu”
Yönetmen ve senarist Emine Yıldırım’ın ilk uzun metraj filmi ‘Gündüz Apollon Gece Athena’ bugün sinemalarda izleyiciyle buluşuyor. Dünya prömiyerini 37. Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde yapan film, Asya’nın Geleceği bölümünde En İyi Film Ödülü’nü kazanarak dikkatleri üzerine çekti. Japonya’da “Ihojin” (Yabancı) adıyla vizyona giren film, bugüne dek 44. İstanbul Film Festivali’nde SİYAD Ödülü, 15. Pekin Film Festivali’nde resmi seçki gösterimi ve 28. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde FIPRESCI Ödülü ile festival yolculuğuna güçlü adımlarla devam etti. Şimdi ise 32. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışıyor. Filmin merkezinde kadınların direnişi, aidiyet arayışı, geçmişle yüzleşme ve umuda tutunma var. Antik bir kasabanın taşları arasında, unutulmuş hikâyelerle dolu bir atmosferde geçen bu film, izleyeni hem duygusal hem de düşünsel bir yolculuğa davet ediyor. Adana’da buluştuğumuz Emine Yıldırım’la bu yolculuğu, filmin ruhunu ve neden hepimizin hikâyesi olduğunu konuştuk. Röportajı okuyun, ardından sinemaya gidip bu filmi mutlaka izleyin. Çünkü ‘Gündüz Apollon Gece Athena’ sadece bir film değil; hatırlamanın, direnmenin ve yeniden bağ kurmanın şiirsel bir çağrısı.
Nasılsın, heyecanlı mısın?
İyiyim, heyecanlıyım. Biraz yorgunum ama iyiyim yani. İyi hissediyorum kendimi. Çok güzel ve yoğun bir iki gün geçiriyor.
Film, Japonya’da da gösterimde
Birçok heyecan bir arada. Öncelikle Tokyo’dan aldığın ödülü tebrik ediyorum. Bu ödülün anlamı nedir? Adana’da ödül için yarışıyorsun ve film vizyona girdi. Çok mutlu bir şeyin içindesin.
Tokyo çok güzel bir başlangıç oldu film için. Zaten davet aldığımızda çok mutlu olmuştuk. Bizim için iyi bir festivalde olmak, ödüllendirilmek çok iyi geldi. Bu sayede yabancı basında da bazı yazılar çıktı. Filmin uluslararası görünürlüğü arttı. Çok mutluluk vericiydi ve seyirciler orada da çok iyi algıladı, filmi kucakladılar. Japonlar da bayağı ağladı filmde. Biz Dilde’yle (yapımcı) çok şaşırdık ve sevindik. Film, Japonya’da da dağıtıma girdi. O yüzden çok güzel oldu orada başlamak.
Japonlar filmi nasıl okudu, neden etkilendiler?
Onlar da çok güzel bir okuma yaptı. Hikâyenin teması, geçmiş zamanı ve şimdiki zamanı bir araya getirmesi, oyunculuklar çok etkiledi onları. Bunu ödüllendirmek istemişler. Hiçbir şey kaybolmadı tercümede. O yüzden çok güzeldi.
“Kendimi bulacağım bir şey yazmak istedim”
Evrensel ve zamansız bir film olarak tanımlıyorum filmini. “Kasabaya bir yabancı gelir, her şey değişir” hikâyelerinden sıkıldığını söyledin ki ben de sıkıldım. O yüzden hikâyen bana ilaç gibi geldi. Çünkü dünya değişti. Daha bizden ve başka hikâyeler anlatmalıyız. Bu filmin fikri nasıl doğdu?
Evet, artık güncel ve zamansız hikâyelere ihtiyacımız var. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada. Çok garip şeyler oluyor, anlamlandıramıyorum. Ama benim asıl meselem Türkiye’deki hikâyeler. Çok farklı, çok çeşitli hikâyeler var. Sadece bir kasaba hikâyesi yok, ayrıca çok fazla kadın karakterler var. Yaşayan, komplike kadınlar... Dolayısıyla hep ilk güdüm, bir kadın hikâyesi yazmak oluyor. Etrafımdaki kadınlardan, izlediğim kadın yönetmenlerin karakterlerinden de etkileniyorum. Ama bazen erkek sinemacıların kadın karakterlerinde kendimi pek bulamıyorum. O yüzden izlemek isteyeceğim ve kendimi bulacağım bir şey yazmak istedim. Keyifli olmasını istedim. Tür sinemasını da çok sevdiğim için biraz orada fantastik bir şeye de girmek istedim. Biraz buradan yola çıktım. Ferah bir şeye ihtiyacımız var, benim açımdan ferah demek sığ, hafif demek değil. Evet, ben de birazcık öyle bir insan olmaya çalışıyorum. Mizahı çok seviyorum. Filmin de benden bir parça olması gerekiyordu. Kendime ihanet etmemem gerekiyordu o süreçte çünkü aslında filmin dünyası nasılsa, benim bakış açım da dünyaya o kadar farklı değil. Böyle bir şekilde bir araya geldi her şey.
“Aidiyet duygusuyla mesele başladı”
Bu nasıl oluyor, yani benim bir derdim var diye yola çıktın ve hangi meseleyi kafaya takarak böyle bir senaryo ortaya çıktı? Çünkü çok katmanlı, çok farklı içinde hem ağır meselelerin olduğu hem de bir taraftan da mizahın da olduğu bir şey çıktı?
Çok güzel bir soru. Aslında bu mesele benim için şurada başladı: Aidiyet. Aidiyet duygumda bir problem yaşıyordum. O zamanlar, kendimi ait hissettiğimde bile bir dışlanmışlık hissi yaşıyordum herkes gibi aslında. “Bu memleketin insanıyım, ama burada var olmam istenmiyor” gibi bir duygu. Polarizasyon, silinme hissi, dışlanmışlık... İnsanlara şu duygu veriliyor; Sen var olma, git ya da benim gibi ol. Bu duygu beni çok rahatsız ediyordu. Ve sanırım biraz şifa niyetiyle çıktım bu yola. “Hayır, burası benim de memleketim. Ben de bu memleketi böyle görmeyi seçiyorum” diyerek... Burada çok kadim bir tarih var, bu da bizim bir parçamız, bu bizim kültürel mirasımız. Hayata tutunan kadınlar var, çok farklı kadınlar var bu ülkede ve hepsi çok güzel. Akdeniz’imiz var. Burayı sevgiyle ve şefkatle sahipleneceğim mottosuyla yola çıktım, böyle bir yerden başladı. Side’ye gidince mekâna aşık oldum. Tarihselliği, görselliği, ulviliği bir araya geldi ve dedim ki: “Tamam. Ben bu hikâye için, inandığım bir hikâye çıkartmak için uğraşacağım.”
“Bu hafızanın silinmemesi için bir mücadele”
Film için, sistemin içinde insanların kendi ait oldukları hikâyenin peşine düşmesi gibi bir şey diyebilir........© Gazete Pencere





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d