Türk Birliği Ülküsü ve KKTC meselesi
Hem Orta Asya ülkelerinin ardı ardına GKRY ile ilişki tesisi, hem de Yunanistan’ın AB içi düzenlemeler doğrultusunda olsa da yine tek taraflı olarak ilan ettiği Deniz Mekânsal Planlama haritası nedeniyle son haftalarda ilgimiz Ege-Akdeniz bağlantısına ve Kıbrıs meselesine kaymış durumda. Pek çok duygusal yorum da yapılageliyor.
Konunun duygusal olarak ele alınmasının en önemli sebebi Nisan başında Semerkant’ta gerçekleşen AB-Orta Asya Zirvesi sonrasında Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın Güney Kıbrıs’ta diplomatik temsilcilik açma kararı vermesi. Aslında temsilcilik kararından veya Ursula von der Leyen’in AB’nin Kıbrıs konusunda geleneksel duruşuna atıfta bulunan referanslar kullanmasından daha önemli olan zirvede imzalanan müşterek deklarasyon. Bu deklarasyon KKTC’nin ilanı ile ilgili süreçte BMGK’nin aldığı 541 ve 550 sayılı kararlara atıfta bulunuyor. Bu kararlar 1983’te alındığında adadaki statükonu mihenk noktasını 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden tanımlıyordu ve KKTC’nin varlığını da kabul edilmez olarak niteliyordu. Bu noktada imzalanan deklarasyonun söz konusu Orta Asya ülkelerini KKTC’yi tanımaktan uzaklaştırdığı ile ilgili bir endişe var.
Geçtiğimiz yıllarda TDT (Türk Devletleri Teşkilatı) bünyesinde KKTC gözlemci ülke olarak davet edildiğinden, Türkiye, KKTC’nin tanınması konusunda BM Genel Kurulu dahil her türlü platformda bu arada TDT kapsamında da açık çağrıda bulunduğundan KKTC’nin Orta Asya devletleri tarafından kısa sürede tanınacağına dair bir beklenti kamuoyunda oluşmuştu. Türk dış politikası son dönemlerde yaptığı yatırımların ve uygun uluslararası/bölgesel konjonktürün meyvelerini topluyor. Parlak bir dönemden geçiyoruz dış politika açısından, bu yüzden Ankara’nın Soğuk Savaş sonrası yatırım yaptığı Türk Birliği ülküsünden meyve vermesi de bekleniyordu. Söyleyelim sokaktaki insanın hayal kırıklığına uğraması normal ama gerçek bir hayal kırıklığı yaşamak için daha çok erken. Aslında meselenin üç ayağı var.
AB’nin Orta Asya Politikası
İlk ayak, AB’nin Orta Asya politikası ile ilgili. Semerkant’taki zirve bir ilk olmakla beraber, Brüksel uzun bir süredir alternatif pazarlarla ulaşmaya çalışıyordu ve Orta Asya ile ilgili ikili zeminde ve bütüncül bir yol haritası da çizmişti. Bu harita, bizi hiç şaşırtmayan avantajlarla ve kusurlarla dolu. AB’nin motivasyonu açık: Rusya, Çin ve Türkiye’nin değişik araçlarla etkisinin hissedildiği bir alana kendisi olarak, kendi araçlarıyla (para ve proje) giriş yapıp, bu alandaki potansiyel varlığı üzerinden Moskova, Pekin ve Ankara’ya kendini hatırlatmak.
Bu bir hatırlatma stratejisi çünkü gerçek bir dengeleme için gerekli askeri araçlara yumuşak düzeyde (eğitim, savunma sanayi iş birliği vb) dahi AB tam sahip değil. AB ve Avrupalılar, bu yüzden eksikliği siyasi araçlar üzerinden kapatmak istiyorlar. Bu hatırlatmanın ille istikrar üretmesine de gerek yok, örneğin AB ve- özellikle Fransa- Kafkaslarda da aynı stratejiyi denemiş, sonuç Ermenistan’ın kaybı (bu arada İran da zemin kaybetmişti) Azerbaycan’ın kazancı (bu arada Türkiye ve İsrail’in kazancı) olmuştu. ABD, sonuca bakıp memnuniyetsizlik duyacak bir şey olmadığını görünce hiç müdahil olmamış, Rusya da çok akılı bir oyun oynayarak kaybetmeden işin içinden sıyrılmayı başarmıştı. Sonuç, nihayetinde Avrupalı aktörler için hiç parlak olmasa da AB/Avrupalılar sakat yol haritalarını terk etmediler zira Avrupa’nın Rusya’yı sıkıştırma/dengeleme/sınırlama gündemi hala Brüksel için en önemli mevzu.........
© Gazete Damga
