Ayvalık Film Festivali’nde Kaçırılmaması Gereken Türkiye Prömiyeri Filmler
Bu yıl Ayvalık Film Festivali programı öyle güçlü, öyle katmanlı ki henüz filmleri izlememiş olsam da seçim yapmak neredeyse imkânsız. Ama sinema bazen yalnızca izlediklerimizden değil, izlemeyi hayal ettiklerimizden, geçmiş deneyimlerimizden, bir fragmanda gözümüze takılanlardan, bir yönetmenin adını duyduğumuzda kalbimizin hızlanmasından da oluşuyor. Bu liste, tam da böyle bir sezgiyle hazırlandı.
Eğer ben izleyici koltuğuna oturacak olsaydım ve bu yılki festivalin içinden yalnızca birkaç filmi seçme hakkım olsaydı, hangi filmleri kaçırmazdım diye düşündüm. Yönetmenlerin daha önceki işlerine, Cannes ve Berlin gibi festivallerde bıraktıkları izlere, oyuncu kadrolarına ve sinema dünyasında şimdiden yaratmaya başladıkları dalgalara kulak verdim. Her biri başka bir dünyanın kapısını aralıyor, kimisi politik cesaretiyle, kimisi narin duygusallığıyla, kimisi anlatı biçimindeki oyunbozanlığıyla öne çıkıyor.
Bu liste, izlediğim filmlerin kesinliğinden değil, sinemaya duyulan güven ve meraktan yola çıkıyor. Seçtiğim her film, yönetmeninin filmografisinde ya bir kırılma noktası ya da ustalıklı bir devam halkası. Bazen bir protestonun sessiz yankısı, bazen bir rüyanın tekinsiz sızısı, bazen de yalnızca müziğin ve bir bakışın taşıdığı o anlatı gücünü temsil ediyor. Eğer siz de festivalin yoğun programı arasında bir yön tayin etmeye ihtiyaç duyarsanız, bu liste belki bir pusula olabilir.
Ayvalık’ın rüzgârında, sinemanın farklı tonlarına açık yelkenler dilerim.
Sentimental Value (Yön. Joachim Trier, 2025)
Joachim Trier’in son filmi Sentimental Value, bu yıl Ayvalık Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan filmlerden en merak edilenlerden biri. Festivalin açılış filmi olan Sentimental Value, Cannes’da yaptığı dünya prömiyerinden bu yana uluslararası sinema çevrelerinde övgüyle karşılandı. Filmin; yönetmenin hafıza, aile, aşk ve kayıp gibi temalara duyduğu incelikli ilgiyi bir kez daha görünür kıldığı söyleniyor.
Reprise (2006), Oslo, August 31st (2011), Thelma (2017) ve The Worst Person in the World (2021) gibi filmleriyle tanınan Norveçli yönetmen Joachim Trier’in son filmi Sentimental Value, onun önceki işleri üzerinden okunduğunda çok daha anlamlı bir çerçeveye oturuyor. Festivalin yankıları da düşünüldüğünde bu film, kaçırılmaması gerekenler arasında yer alır. Yönetmenle neredeyse imzası hâline gelen yaratıcı oyuncu-yönetmen-senarist ilişkisi bu filmde de sürüyor: The Worst Person in the World ile adını geniş kitlelere duyuran Renate Reinsve bu filmde de başrolde. Her filmini birlikte kaleme aldığı Eskil Vogt da tabii. Ona eşlik eden isimler arasında Norveç sinemasının ağır topu Stellan Skarsgård ve Hollywood’dan aşina olduğumuz Elle Fanning var.
Film, annelerinin ölümünün ardından tekrar bir araya gelen bir baba ve iki kızının ilişkisine odaklanıyor. Ancak anlatı biçimi, yalnızca bir aile dramı olmanın ötesine geçiyor. Cannes’da yapılan eleştiriler, Trier’in bu kez daha serbest, hatta deneysel bir form arayışında olduğunu gösteriyor. Bu yaklaşım, yönetmenin klasik anlatıdan sapma cesaretinin yeni bir aşaması olarak da okunabilir. Sentimental Value, yalnızca güçlü oyunculukları ya da ilgi uyandıran rejisiyle değil, aynı zamanda sezgisel duygulanımı ve izleyicinin belleğinde bıraktığı yankılarla da öne çıkıyor. Eğer bir filmi sadece izlemekle kalmayıp, onunla yürümek, düşünmek ve hissetmek istiyorsanız; bu film, listenizin en üst sıralarında olmalı. Zira ülkemizde Trier’in yarattığı sinema atmosferinin fazlasıyla karşılık bulduğunu özellikle The Worst Person in the World’den biliyoruz.
Ayvalık Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak olan bu yapım, yalnızca sezonun dikkat çeken filmlerinden biri değil, aynı zamanda Trier sinemasını yakından takip edenler için yeni bir durak. Duygusal yoğunluğu, estetik sadeliği ve oyuncu yönetimindeki zarafetiyle Sentimental Value, festivalin kaçırılmaması gereken filmlerinden biri olmaya aday.
Sirât (Yön. Oliver Laxe, 2025)
Cannes Film Festivali’nden farklı kategorilerde birçok ödül kazanan You All Are Captains (2010), Mimosas (2016), O Que Arde (2019) gibi filmlerinin yönetmeni Oliver Laxe’ın Cannes Film Festivali’nden Jüri Ödülü ile dönen yeni filmi Sirât, bu yıl Türkiye prömiyerini Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde yapıyor. Saghro Çölü’nün sınırında kaybolmuş bir kızın izini süren baba-oğulun, rave partileri, modern göçebeler ve metafizik bir yolculuk üzerinden ilerleyen hikâyesi, nefes kesici görsel ve duygusal bir deneyime davet ediyor.
Sirât, kayıp bir kız çocuğunun izini süren bir baba ile oğula eşlik ediyor. Luis ve küçük oğlu Esteban, Marina’nın ardından Güney Fas’ın çorak ve yankısız çölüne savruluyor. Ellerindeki tek ipucu, rave kültürünün izleri. Ancak film, bu basit arayışın çok ötesine geçiyor olmalı. Zira filme yapılan yorumlardan seyir deneyiminin kimi seyirci için fazla zorlayıcı olduğu söyleniyor. Film biçimsel olarak The Road (2009) ya da Mad Max: Fury Road (2015) gibi kıyamet sonrası yolculuk hikâyelerinin çağdaş bir karşılığı gibi. Baba-oğul ikilisinin çölün derinliklerine ilerledikçe kendilerini bir tür çağdaş göçebelik içinde bulmaları, Easy Rider’dan (1969) Into the Wild’a (2007) uzanan Amerikan yol filmi geleneğine ironik bir yanıt da olabilir. Rave kültürünün nihilist hedonizmi ise Climax (2018) ya da Eden (2014) gibi partinin ortasında boşlukla yüzleşen filmleri hatırlatma olasılığı da var. Sinema tarihinden daha pek çok filme referans olabileceği söylenen Sirât, sırf bu nedenlerle bile merak uyandırmayı başarıyor.
Filme dair Cannes’daki coşkulu yankılar, Laxe’ın sinemasal imzasını tanıyanlar için bu gösterimin bir “kaçırılmaması gereken” deneyim olduğu konusunda hemfikir. Sirât, yalnızca bir film değil görünmez bir köprüden, hem fiziksel hem de düşündürücü bir geçiş adeta. Ayvalık’ta bu atmosferi yaşamak, sinema hafızamızın unutulmaz bir anı sahnesi olabilir.
It Was Just an Accident (Yön: Cafer Panahi)
Jafar Panahi ismini duyunca heyecanlanmamak pek mümkün değil sanırım. Muhalif bir yönetmen, entelektüel bir kişilik olarak İran İslam Cumhuriyeti’nde sadece hayatta kalmaya çalışmakla yetinmeyen, bilfiil üretimde olan bir savaşçı kendisi. 2010’da rejim karşıtı faaliyet suçlamasıyla altı yıl hapse mahkûm edilen ve yirmi yıl film yapmaktan men edilen, buna rağmen salonunda, arabasında, gizli kameralarla sinema yapmaya devam eden yönetmen, Cannes 2025’te yalnızca yeni filmiyle değil, nihayet kendisi de fiziksel olarak orada bulunarak tarih yazdı. Resmi olarak film çekmesi yasak olduğu halde, bu yasağı bizzat görünür kılmak için This Is Not a Film (2011) adlı belgeselini evinde, küçük bir dijital kamera ve iPhone ile çekti; filmi bir USB belleğe yükleyip Cannes Film Festivali’ne bir pastanın içinde kaçırarak dünyaya ulaştırdı. Ardından Closed Curtain (2013), Taxi Tahran (2015) ve No Bears (2022) gibi filmleriyle hem İran’daki kısıtlamalara direndi hem de uluslararası festivallerde büyük ses getirdi. Taxi, Berlin’de Altın Ayı ödülüne, No Bears ise Venedik’te Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Panahi, kamerasını bir protesto aracı gibi kullanarak İran’daki sistematik baskıyı görünür kılarken, sinemayı susturulamayan bir vicdan olarak savunmayı sürdürdü. Onun sineması, gerçeklik ile kurmaca arasındaki sınırları silerken; her filminde, kişisel olanın ne kadar politik olduğunu gösteren bir alan yarattı.
It Was Just an Accident, Panahi’nin bugüne dek süren sinemasal direnişinin yeni halkası. Film, İran’daki rejim baskısına rağmen sessiz kalmayan bir sanatçının hem kendi ülkesine hem dünyaya tuttuğu aynalardan biri. Cannes’daki ilk gösteriminin ardından Juliette Binoche’un başkan olduğu jüriden Altın Palmiye kazanması, Panahi’nin yalnızca politik duruşuyla değil, sinema diliyle de hâlâ ne denli güçlü olduğunu gösterdi. Sıradan gibi görünen bir kazanın ardından, bir karakterin suçu, masumiyeti ve sistemle olan ilişkisini sorgulayan katmanlı bir yapı kurduğu ifade edilen film; Panahi’nin sinemasında alışkın olduğumuz sade ama tokat gibi gelen dramatik yapıyı yine kuruyor olmalı. Ve evet, bu kez film yalnızca içerdiği mesajla değil, Panahi’nin artık dışarıda, seyircilerle aynı salonda olabilmesiyle de çok şey söylüyor.
Türkiye prömiyerini Ayvalık Film Festivali’nde yapacak olan It Was Just an Accident, yalnızca bir film değil; bir sanatçının kişisel ve kolektif hafızamıza kaydettiği yeni bir not, yeni bir ses, yeni bir direnç biçimi. Panahi sinemasının kıyısında bile durmuşsanız, bu filmi kaçırmak istemezsiniz.© Film Hafızası
