Toplu sözleşme, eski düzen ve kaderimize dönüşen hüsran
Eagleton’ın ateist Dawkins'e ilişkin tespiti çok çarpıcıdır: “Tanrı olmasa Dawkins işsiz kalırdı.” Eagleton’ın tespiti, nihayete eren toplu sözleşme görüşmelerindeki hükümet-sendika performansını çağrıştırdı. Gerçekten ortada tuhaf bir durum var. Dawkins’in kariyerini Tanrı’ya borçlu olması gibi hükümet ve sendika da derin bir dayanışma içerisinde ilişkilerini paradoksal bir şekilde devam ettiriyorlar. Sendikal mücadeleyle, sivil toplum yapılanmasının ruhuyla bağdaşmayacak şekilde ilerleyen bir ilişkinin üzerinden kamu çalışanlarının mali ve özlük haklarına ilişkin bir takım kazanımların gerçekleşmesini bekliyoruz.
Elbette sendikal mücadele hükümetle kategorik bir karşıtlık temelinde inşa edilemez. Ancak bu mücadelenin özerklik gerektirdiğini, sadece sözleşme sürecinin resmi takviminde değil sürekli bir şekilde çalışanların talep ve beklentilerini kamusal alana taşımayı, ısrarlı bir şekilde gündemde tutmayı ve talep edileni hükümet üzerinde baskı oluşturacak bir ilişkiye dayandırmayı zorunlu kıldığını biliyoruz. Bunun gerekliliklerini karşılamak yerine hükümet ile karışık, karmaşık ilişkiler geliştirerek imtiyaz arayışına girmeyi tercih etmenin faturası, temsilcisi olunan kesimlerin haklarını aramaktan feragat etmektir.
Türkiye’de meseleler kayıkçı kavgasına indirgendiği, şahsi meselelere dönüştürüldüğü için işin içinden çıkmak, işi gerektiği gibi konuşmak mümkün olmuyor. Burada mesele son dönemlerde iyice çığırından çıkmış olmakla birlikte mevcut hükümet ve yetkili sendikayla sınırlı değil elbette. Türkiye’de kamu sendikacılığının ibretlik bir pratiği var. Bu ibretlik pratik aynı zamanda kamu çalışanlarının da iradeleriyle, tercihleriyle şekillenmiş bir pratiktir. İktidarda kimin olduğuna bağlı olarak sendikaların üye sayıları artmakta veya kamu çalışanları, tercihlerini iktidara yakın sendikanın hangisi olduğuna bakarak yapmaktadırlar. Toplumsal hafızanın kılcal damarlarında hayat süren bu refleksin ne tür yaşanmışlıklar üzerinden açığa çıktığına bakmakta fayda var. Bu hastalıklı hali üreten gerekçeleri bulmanın yanında bunun ürettiği maliyeti ve buna engel olabilecek çözümleri de konuşmanın aciliyet oluşturduğunu görmek gerekiyor. Türkiye’de kamu çalışanlarının insani standartlarda bir yaşam sürmesinin imkânı da ülkenin ekonomi yönetiminin rasyonelliği de burayla doğrudan ilintilidir.
Gelelim uzlaşmazlıkla sona eren 8. Toplu Sözleşme sürecine.
Sürecin teknik detaylarına ilişkin gelişmeler kamuoyunun önünde. Yetkili sendikanın ne oranda zam istediği hükümetin buna karşılık ne teklif ettiği ortada. Nihayetinde Hakem Heyeti’nin hangi oranı ne şekilde tespit ettiği de açık. Bu teknik detaylardan ziyade üzerinde durmamız gereken birkaç hayati noktaya vurgu yapmakta yarar görüyorum. Belirtilen rakamların, pazarlık sürecinde dillendirilen zam oranlarının bir matematiksel işlem olmanın ötesinde yaşadığımız hayat ve hayatın kalitesiyle bağlantısını ortaya koyarak başlamakta yarar var. Türkiye’de tüm çalışanların (özel ve kamu dahil) çok çok büyük kısmı yoksulluk sınırının altında bir ücretle çalışıyor. Bunların içinde asgari ücretliler, emekliler gibi yine çok önemli bir kısmı açlık sınırına yakın bir ücretle hayatta kalmaya çalışıyor.
Dünya Bankası’nın tanımından hareketle yoksulluk sınırını “yeterli hayat........
© Fikir Coğrafyası
