Sovyetlerin mikrosemtleri: Pencereden bakınca bina görmek zorunda mıyız?
Başımızı oturduğumuz evin penceresinden şöyle bir dışarı çıkartıp karşıya bakalım, ne görüyoruz? Hemen hemen hepimizin evi, bir diğer apartmanın duvarına bakıyor. Aradaki 3-5 metre sebebiyle karşı komşularımızın hayatlarındaki tüm detaylara hakimiz: Çamaşırlar ne zaman yıkanır, hangi gün renkliler hangi gün beyazlar asılır, mandalların bulunduğu yoğurt kabının markası ne, kim saat kaçta sigaraya çıkar... Bu ‘tanıdık’ duvarı daha az tanıdığımız diğer duvarlar izliyor. Aşağıda ise elektrik direkleri, park etmiş arabalar, iki karışlık kaldırımlar ve şanslıysak kaldırımdan fırlamış bir ağaç.
Adına ‘mahalle hayatı’ denilen bu dip dibe yaşamda yadırganacak bir şey yok gibi geliyor, ne de olsa kendimizi bildiğimizden beri sahip olduğumuz yaşam anlayışı bu. Hatta istersek çocukluğumuzun da geçtiği bu yığını kolaylıkla romantize edebiliriz. Fakat biraz alışılmışın dışına çıkıp hayatlarımıza, evlerimize ve kentlerimize uzaktan bakacak olursak idealin bu olmadığını kolayca kavrayabiliriz. Öyle ya kim istemez evi yeşilliğe, denize, dağlara ya da en azından ferah bir boşluğa baksın?
En hayati ihtiyaçlardan barınma, bugünün kapitalist dünyasında ücretli emeğin büyük bir bölümü ile karşılanıyor. Böyle bir düzende insanlar başlarını sokacak bir yer bile bulamıyorken pencere önünün baktığı alan ‘lüksmüş’ gibi algılanabilir. Ancak insanca bir hayat sürebileceğimiz kentleri tasarlamak için gökyüzünden yeryüzüne hayaller indirmeye gerek yok. Gelgelelim böylesi bir hayat, kâr hırsından başka tetikleyicisi olmayan bir sistemde değil; mülkiyetin toplumsallaştığı, temel ihtiyaçların merkezi bir planlama ile fazlasıyla karşılandığı sosyalist bir ekonomik modelde mümkün.
Sovyetler Birliği’nde -ve diğer sosyalist ülkelerde- inşa edilen kentlerde yapılar sadece herkesi ev sahibi yapacak şekilde tasarlanmadı, aynı zamanda baktığı cephenin gördüğü manzaradan sanayi bölgelerinde esen rüzgar yönüne; sağlık-eğitim-alışveriş olanaklarının yakınlığından yeşil alana erişime pek çok asli ve tali ‘hak’ gözetilerek inşa edildi.
O halde gelin sosyalist bir bakışla başımızı çıkarttığımız pencereden neler göreceğimizi somut örnekler üzerinden giderek konuşalım.
Burjuva liberal kalemlerin meşhur lafıdır “Sosyalizm teoride güzel ama pratikte olmaz” tekerlemesi. Oysa bundan çok kısa bir süre önce yaşanmış, canlı tanıklarının hâlâ aramızda dolandığı sosyalist deneyimler bize son derece somut bir gerçek sunuyor: Barınma, sağlık, eğitim, güvenceli çalışma, kültür-sanat gibi ‘güzel’ haklar sosyalist ülkelerde yaşayanların sahip olduğu ayrıcalıklardı. Neredeyse bir yüzyıl boyunca da öyle oldu. Bugün bu hakların kırıntılarını görmek hâlâ mümkün. Dünya çapında, kendi evinin sahibi olma oranı sıralamasında ilk 13 ülkenin hepsinin sosyalist bir mirasa sahip olması dikkat çekicidir .
Fakat mesele sadece insanlara bir çatı sunmaktan ibaret değil. O çatıların bir bütün olarak oluşturduğu semtler de kapitalizmin yarattığı geçmişin kent anlayışına bir tepki olarak uyum içerisinde planlanır. Bunun en somut halini görmek için Sovyetler döneminde inşa edilmiş semtlerin haritalarını incelemek yeterli olacaktır. Dilediğiniz kenti seçip kuş bakışı haritasını önünüze koyun. Başta alışık olmadığımız şekilde planlı bir şehir görüntüsü ile karşılaşırız. Ancak ayırt edici özelliği bu değildir. Birbiri ile temas etmeyen bir sürü tetris taşını andıran geometrik yapılar göreceğiz. ‘En ucuz maliyete en yüksek kâr’ desturu ile yapılmadığını daha ilk görüşte binaların dizilime bakarak fark edebiliriz. Binaların çoğu zaman çapraz ya da dairesel kurgulanıyor ve arazi cömertçe kullanılabiliyor. Bu çapraz ya da dairesel geometrik formla bir toprak parçasından elde edilebilecek maksimum kâr sağlanmıyor ancak binaların birbirlerine bakmaması ve aradaki boşlukların yeşil alan ile........
© Evrensel
