DÜNDEN BUGÜNE ABD BAŞKANLARI
ABD Başkanlarının dünden bugüne izlediği politikalara baktığımızda kendileri açısından kimi zaman başarılı, kimi zaman da başarısız oldukları görülür. Malum ABD'nin dünya gündemine oturmasında Japonya’nın Hiroşima bölgesine attığı atom bombasının çok büyük etki payı vardır. Her ne kadar ABD bombardımana tuttuğu bu etkiyle dünyanın ilk beş sanayi ülke arasında önde bir konuma gelse de insanlığın hafızasında unutulmayacak olumsuz izler bıraktıktan sonra önde güç olsa ne, olmasa ne. Sonuçta bu atomik gücün karşılığında insanlık çok büyük bir yara almıştır. Kaldı ki bu elim olay alınlarına büyük bir kara leke olarak geçmiştir. Tabii bu bizim vicdani kanaatimiz olurken, Amerika açısından ise vicdan hak getire, hiç umurunda bile olmaz. Baksanıza Japonya’ya attığı atom bombayla da yetinmeyip bir türlü kınında durmayacaktır. Amerikan yönetimi bilhassa o yıllarda geleceğe ufuk açabilmek için daha henüz dünyaca keşfedilmeyen atomun nasıl yapıldığına dair sırrı saklayabilmeyi kendilerine şart görüyorlardı. Hakeza siyasi yönden hızla dalga dalga yayılan Hitler kasırgasının üstesinden gelmeyi de kendilerine şart görüyorlardı.. Hatta dış piyasada büyük ölçekte ekonomik parsayı kapmanın gerekliliğini de kendileri için olmazsa olmaz şart görüyorlardı.
Ne diyelim, işte ABD kendine hedef belirlediği ilke ve stratejiler doğrultusunda; Hitler, Mussolini ve Japonya’ya karşı elde ettiği zaferlerle adından söz ettirir bir konuma gelir gelmesine ama yine de arzuladığı birçok şey yerli yerine pek oturmuş sayılmazdı. Çünkü sadece Hitler, Mussoloni belasını def etmek kifayet gelmeyip, bu arada Sovyet yayılmacılığına karşıda önlem alması gerekiyordu. Nitekim bu uğurda Başkan Roosevelt’in izlediği sınırlı seferberlik politikaları rafa kaldırılıp yerine Truman doktrini devreye sokulur. Ancak devreye sokulan bu önlemde kifayet gelmez, buna ilave önlem olarak Marshall yardımları devreye girer. Hatta bu arada NATO kurulduğunda Avrupa içerisinde kendi açılarından yeni üsler elde etme fırsatı da doğar. Derken bu kurulan pakt eşliğinde Avrupa’yı içten içe tehdit eden Sovyet yayılmacılığına karşı önlem alınmış olur. Yine de bunca alınan önlemlere rağmen Küba lideri Castro'nun sol eksene kayması, Mısır lideri Nasır’ın da Sosyalizm bayraktarlığına soyunmasının önüne geçilemeyecektir. Tabiî ki Castro ve Nasır konusunda Amerika’nın çok büyük ihmalkârlığı söz konusudur.
Kennedy Başkanlığında ki ABD özgürlük meşalesiyle yola koyulacaktır. Hele ki Kennedy’nin bilhassa Doğu Almanya’da mülteciler meselesine el atması ve aynı zamanda köle ayrımcılığına son vermesi ABD'nin makûs talihini değiştirecek türden politikalar olarak dikkat çeker. Tabii ABD’de tüm bunlar olup biterken Rusya cenahında tam tersi durumlar yaşanır. Düşünsenize Kennedy’i politikalarını özgürlük üzerine inşa ederken Rusya'da demir perde mantığı çerçevesinde politikalarını Berlin Duvarını örmek suretiyle belirler. Rusya yasakçı politikalarla duvarlar öre dursun, ABD’nin açtığı özgürlük meşalesi pek çok ülkeyi cezb eder de. Ancak ABD açısından meseleye bakıldığında sırf özgürlük rüzgârları estirmekle de bir yere varılamaz, mutlak neydik edip Sovyet-Rus stratejisini boşa çıkartacak hamlelere, yani nükleer silahların kontrol altına alınmasına yönelik SALT-I anlaşmasını gerçekleştirmesine de ihtiyaç vardır. Nitekim soğuk savaş sırasında 17 Kasım 1969 yılında imzalanan SALT-I sayesinde nükleer silahlanmaya sınır getirilmiş olur. Hakeza Viyana’da Jimmy Carter ve Leonid Brejnev arasında gerçekleştirilen 18 Haziran 1979 yılında imzalanan SALT-II de bu anlamda dünya barışına katkı sunacak çok önemli bir adımdır.
Her neyse geriye dönüp Nixon Başkanlığındaki ABD döneminde izlenen domino taşları politikalarına şöyle bir göz attığımızda, her ne kadar bu politikalara Amerikan sağının hoşuna gitmese de, Nixon bildiğini okuyup Komünist Mao Zedong’la sıcak ilişkilere girmekte sakınca görmeyecektir. Hatta Çin’le sürekli diyalog içerisine girmeyi de ihmal etmez. Ancak ne var ki Vietnam’la olan ateşkes anlaşmalar ihlal edildiğinde onca izlediği müzakereci politikalar hız kesip o çok övündüğü domino taşları teorisi kendiliğinden çökmüş olur. Nixon’dan sonra ise Başkanlık koltuğuna oturan Ford, geçmişten yeterince ders almamış olsa gerek ki o da aynı hataya düşer. Zira Kamboçya’ya donanma çıkarması bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta kongreye danışmadan göze aldığı savaşlarda hanesine kötü bir sicil olarak geçer.
Peki ya Carter? Malum Carter’in diğer Başkanlardan farklı kılan yanı komünizmi potansiyel bir tehlike olarak görmemesidir. Çokta haksız sayılmazdı. Çünkü McCarthy’nin cadı avı politikalarının ABD'ye verdiği zararlar göz önünde bulundurup hesaba katıldığında haklı saymamız gayet tabidir. Bu yüzden Carter, geçmişte cadı avı uygulamalarının olumsuz yönlerinin bilincinden hareketle yukarıda da belirttiğimiz üzere SALT-II ile Sovyetlere yeşil ışık yakmasıyla birlikte Güney Kore’den askerlerini çekmesi gayet tabiidir. Ancak ne var ki Rusya bu girişimi pek inandırıcı bulmaz, bu nedenle Afganistan’ı işgal etmekten geri durmayacaktır. Carter, yinede boş durmaz iyi niyet çabalarından geri adım atmaksızın Mısır ve İsrail arasında zor görünen anlaşma zeminlerinin kapılarının aralamaya çalışır. Ama ne var ki Enver Sedat’ın hunharca Mısırlı askerlerce katlediliş hadisesi her şeye tuz biber eker.
Şayet Carter politikalarında bir yanlışlık aranacaksa onun İran üzerinde ki Amerikan politikalarını Şah üzerinden yürütüp mollaları hiç hesaba katmaması eleştirilebilir. Ki, bu arada Carter’i derinden düşündürecek asıl bir olay daha yaşanır ki, malum o da molla yönetimince Amerikan askerlerinin rehin alınma hadisesidir. Böylece rehineler krizi Carter’i İran’la anlaşma zemini bulmak için masaya oturacak noktaya getirir bile. Neyse ki Carter sonrası Başkanlığa oturan Reagan’ın 4 Kasım itibariyle başlattığı girişimler meyvesini verdiğinde rehineler krizi de aşılmış olur. Tabii bu durum Reagan’a büyük bir prestij kazandırır, ama onun da ABD savaş gemilerini Lübnan açıklarında demirletip açıkça İsrail’e desteklediğini deklare etmesi prestijine gölge düşürecektir. Ki, desteğini deklare ettiğinde günümüze kadar bitmek tükenmek bilmeyen Filistin meselesinin kanayan yarası olmanın fitilini ateşlemiş olur.
Reagan ikinci dönemde tekrar Başkan seçildiğinde Sovyetler Birliğine olan eski husumetinden vazgeçip Rusya ile sıcak temaslara girecektir. Böylece bu temaslar etkisini gösterip Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesini beraberinde getirir. Hele ki sekiz yılı aşkındır devam eden İran ırak savaşının son bulması da hanesine artı puan olarak geçmesine yetecek bir neticedir. Keza 1970 yılı itibariyle Kürtlerin İran-Irak savaşında Saddam Hüseyin'den yana tavır almalarına karşılık Kürtlerden desteğini çektiğinde de kendisi açısından artı puan getirecek bir politika sayılır.
Reagan sonrası Başkanlığa oturan Bush’ta benzer politikalar izleyecektir. Nasıl mı? Mesela Çin Tiananmen Meydanında özgürlük adına gösteri yapan gençlerin tankların altında ezilmesine ses çıkarmaması........
© Enpolitik
