menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Teopolitik Okumalar III

13 0
08.07.2025

TÜRK, PERS ve ARAP AKILLARININ POLİTİK TEOLOJİ MÜCADELELERİ

”Siyasî İlahiyat”a Dair Üç Tarz-ı Tefekkür-

“Kişi, kendi halkını çok seviyor gözükmek için

onları her zaman göklere çıkarıyorsa tarafsızlığı kaybetmiştir

ve bu durumda yapacak bir şey yoktur.

Bu tür insanların yurtsever olduğuna inanmıyorum.”

Hannah Arendt

Mevlüt Uyanık

Bir süredir sizlere ulaştırdığım “Teopolitik Okumalar”ım aslında “Siyasî İlahiyat’a Giriş” olarak düşünülebilir. Bundan kast edilen ise teolojik kavramların veya düşünme biçimlerinin siyasetle ilişkilenme biçimlerinin müzakere edilmesidir.

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Viyana Okulu’nun isminden ilham alarak eşim-yoldaşım Meryem’in “Çorum Mektebi” diye nitelendirdiği okumalarımız var. Bu bağlamda Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel kodlarını, mahiyet ve hüviyet ilişkisine dikkat ederek “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: Türk Felsefesine Giriş” için klasik metinleri okuyoruz.

Türklerin göç hareketlerini toplumsallaşma ve kamusallaşma bağlamında okunması üzerinde durarak Çin-Fars-Arap Akıllarıyla yarışını/mücadelesini, kendi farklılıklarını koruyarak “kimlik ve kişiliğinin varoluş sürecini” anlamaya çalışıyoruz.

Türklerin Müslüman olduktan sonraki dönemdeki ürettiği metinleri İslâm Felsefesi Tarihi bağlamında okuyarak “Bu güne söyler?” diye sormamız, ondan önceki dönemi ihmal ettiğimiz anlamına gelmez. Orhun Abideleriyle taşa kazanan öğretinin daha sonraları farklı dinî/ilâhî (Musevi-İsevi) mesajlar bağlamında okumaları Türk Metafiziğinin İslâm öncesi temelleri bağlamında inceliyoruz.

Burada İslâm teriminin Hikmet kavramıyla ifade edildiğine dikkat çekerek insanlığın fikri birikimi olarak incelendiğini İbn Rüşd’ten hareketle güncelliyoruz. Filozof, fakih ve hekim Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd’ün Faslu’l-makâl fi-ma beyn-el-hikmeti ve’ş-şeriati min-el-ittisal adlı eserini her yıl son sınıfta okutuyoruz. Çünkü O, ittisal terimiyle insanlığın kadim ve süreklilik arz eden fikrî birikimi diye isimlendirdiğimiz hikmet geleneği (felsefe) ile bunun farklı zaman ve mekânda uygulanmasından oluşan yol ve yöntem (şeriat) arasındaki kesintisiz irtibatı, süreklilik ve uyumu durumunu net bir şekilde açıklamıştır.

Hz. Muhammed’e gönderilen ilâhî mesajı Ezel-i Hikmetin son uygulamasını fikri çerçevemiz olan “İslâm Aklı” diye nitelendiriyoruz. Dönemin ekonomi politik şartlarında büyük devrim oluşturan İslâm Aklının, Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla birlikte tekrar Arap Aklına çevrildiğini; yani Cahilî (Ebevî Nizam/Patrimonyal Yapı) döneme evrilmesi için karşı devrimin Emevîler tarafından yapıldığını, yeni politik teolojinin başkentinin artık Şam (Dımaşk) olduğunu vurguluyoruz.

Arap Aklı ile İslâm Aklının özdeşleştirmesi bağlamında Emevîler döneminde Müslüman Araplar farklı coğrafyalarda farklı kavimlerle karşılaştılar. Kureyş kabilesinin Ümeyye Oğullarının (Emevîlerin) iktidarına son veren Abbâsîler (Hz. Muhammed’in amcasının ismi Abbas’tır) başkentlerini Bağdat’a taşıdı.

Üçüncü teopolitik yapı ise Hz. Muhammedin kızı, Hz. Ali’nin eşinin isminden hareketle kurulan Fâtımîlerdir. Tunus'ta kurulup, Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye'de kadar yayılan devletin başkenti Kahire oldu.

Politik teoloji bağlamında Emevî ve Abbâsîler Sünnî, Fâtımîler ise Şiî-İsmâilîdir. Fâtımîler’in Kahire’de oluşturdukları Daru’l-ilim de dedikleri Darü’l-hikme ile Sünnî Abbâsîler’in Bağdat’ta kurdukları Beytü’l-hikme adıyla kütüphane ve kültür merkezleri, iki yönetim tarzının mücadelelerine teolojik alt yapı oluşturma merkezleridir. Tabi bunun yanı sıra bilimsel zihniyetin gelişmesine de katkı yapıyordu. Görüldüğü üzere Politik Teoloji açısından artık Mekke ve Medine tamamen sembolik hale gelmiştir. Günümüzde Suudi Arabistan Veliahd Prensi Selman’ın Riyad’ı merkez merkez yapmaya çalışması da bu sembolik değeri sadece Hac ibadeti/turizmi bağlamında düşündüğünü gösteriyor.

Abbâsîler ile birlikte önce Persler sonra Türkler Müslüman coğrafyada etkinliğini sürdürmeye başladılar. Türkler Arap ve Fars Akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarıyla çarpışmak yerine onlarla eş güdümlü politikalar izleyerek varoluşlarını artırarak sürdürdüler. O kadar ki Şiî-İsmâilî öğretinin yerine bölgede Şiî-Caferî öğretinin baskın bir şekilde etkili olması Safevî Türkleriyle birlikte olmuştur. Politik teoloji açısından Safevîlik özellikle incelenmeyi hak ediyor. Çünkü On iki İmam Şiiliğini benimseyen İsmail Safevî, Sünnî Akkoyunlu Emiri Elvend Mirza'yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikten sonra 1501 yılının Temmuz ayında Tebriz'de kendisini Şah ilan etti. Bölgede yoğun bir şekilde şiileştirme etkinliklerine başladı. Hâlbuki 13. yüzyılın sonunda Şah İsmâil'in altıncı dereceden dedesi olan Safiyüddin İshak'ın Erdebil'de kurmuş olduğu Safevî tarikatı Sünnî idi. Şeyhlikten Şahlığa geçen Şah İsmail’in Osmanlı ve Şeybânî Devletleriyle mücadelelerine meşruiyeti teopolitik olarak Sünnîlik-Şiilik üzerinden yapması politik teoloji (siyasî ilâhîyat) önemini gösterir.

Her hâlükârda (günümüzdeki nitelendiği şekliyle söyleyecek olursak) Avrasya ve Ortadoğu Müslüman coğrafyasında Türk Aklının ortaya koyduğu sistemler ve politik teolojileri hâkim olmuş, I. Dünya savaşı sonlarına doğru imzalanan Sykes-Picot Antlaşması (16.5.1916) kadar etkisini sürdürmüştür. Bu tarihten itibaren Türk Aklının yerini İngiliz (Britanya) Aklı almıştır.

Bu hususu biraz açayım müsaadenizle: İslâm devletlerin en uzun ömürlü olanı 622 yıl ile Osmanlı; 330 yıl Hind Babür imparatorluğu, 277 yıl Kurtuba Emevî Hilafeti olmuştu. İran’da bir Türk boyu tarafından kurulan Safevî Devleti Osmanlı’dan 185 yıl önce çökmüştü. Kısacası, Gaznelilerle kadim dünyada Türklerin kesintisiz hükümranlığı Gazneli Sultan Mahmud (389-421/999-1030) ile başlamış, Büyük Selçuklular, Harzemliler, Timurlular, Anadolu Selçukluları, Bizans’ı fetheden Osmanlı Türkleriyle 1918 yılına kadar da devam etmiştir denilebilir.

İslâm’ın yayılışı, özelliklede 1453’de İstanbul’un fethi, aynı zamanda Avrupa’da keşifler çağını başlatan olay olmuştur. 1517’de Mısır’ın Osmanlılarca alınması, Uzak Doğu Asya ile doğrudan ticareti sekteye uğratmış ve Avrupalılar için yeni bir ticaret yolunun bulunması gereğini zorunlu kılmıştır.

14. ve 15.yy.’larda, Avrupalılar, Asya’dan ithal edilen az bulunur baharat türleri gibi lüks ürünlere karşı bir tüketim alışkanlığı geliştirmişlerdi. Bu bağlamda 1488 yılında Portekizliler Ümit Burnu’na ulaştılar. On yıl içinde Hint Okyanusunda oldukça etkili hale geldiler. 1492 yılında K. Kolomb (Columbus 1451-1506) sürekli batıya giderek Hindistan’a başka bir yol arama çabası sonucunda Amerika kıtası da işgal edilen yerler arasına girdi. Hollanda 1789 yılında Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa da Mısır’ı işgal (1798) etti. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devletinin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu sureci hızlandırmıştır.

Günümüzde tekrar ABD’nin Ankara büyükelçisi tarafından gündeme getirilen Sykes-Picot anlaşması Fransa ve daha sonra Rusya'nın katılımıyla Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngörülmüştü. Antlaşma 1917'de Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet Hükümeti tarafından ifşâ edilmişti. Bu açıdan Bolşevik İhtilali ayrıntılı incelenmelidir. Çünkü I. Dünya Savaşının mağlubu Almanya ve bu paylaşımda istediğini alamayan güçlerin Bolşevik ihtilaline dolaylı etkisi var mıdır, diye çok merak ediyorum.

Yok artık, uçuk/tutarsız bir soru mu bu........

© Enpolitik