Dostoyevski’nin gölgesinde, Sartre’ın ışığında: Hasta bir ruhun anatomisi
“Ben hasta bir adamım… Alıngan bir adamım. İğrenç bir adamım.”
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ı böyle açılır. Zeki Demirkubuz, bu kelimeleri yalnızca bir Rus entelektüelinin hezeyanları olmaktan çıkarıp, Ankara’nın dar sokaklarına, kasvetli memur evlerine, beyaz ışıklı bürolarına serper. Ortaya çıkan şey, yalnızca bireyin varoluş sancısı değil, aynı zamanda bir toplumun çürümüş aynasıdır aslında.
Muharrem (Engin Günaydın), Dostoyevski’nin o “yeraltı adamı”dır. Varlığını inkâr eden ama bir türlü de inkâr edemeyen, kendi yaralarına sürekli parmak basan, hakaret edilmekten korkan ama hakareti kışkırtmaktan haz duyan, kendi utancıyla zevklenen bir zavallıdır Muharrem.
Muharrem’in davet edilmediği bir yemek masasına sızması filmin en gösterişli sekanslarından biridir. Dostoyevski’nin yüz elli yıl önce yazdığı satırların ete kemiğe bürünmesini izleriz burada. “Kendimi onların önünde aşağılamak istiyorum, çünkü bu aşağılanma benim tek özgürlüğüm. İşte varoluşçuluğun en çıplak hali budur. Özgürlüğü, zincirlerini gururla sallayarak haykırmak. Ama burada bireysel varoluş sancısı, Türkiye’nin toplumsal trajedisiyle de birleşir. Bu ülkenin insanı da tıpkı Muharrem gibi kendini küçümser, hor görür ama yine de “ben buradayım” diye bağırmadan alıkoyamaz kendini. Kendi yarasını deşe deşe var olmaya çalışır belki de.
Zeki Demirkubuz’un Yeraltı’sındaki estetik aslında insan benliğindeki grinin estetiğidir. Soğuk, kasvetli, “çirkin” diyebileceğimiz kareler vardır filmde. Çünkü hayatın kendisi estetize edilemeyecek kadar çirkinleşmiştir. Sartre’ın dediği gibi, “Cehennem aslında başkalarıdır.” Muharrem’in cehennemi, başkaları değil, başkalarının gözündeki kendisidir.
İki seçenek vardır Muharrem’in önünde. Sürüye katılıp kendi benliğini kaybetmek ya da kendi yolunda yürüyüp yalnızlığın dipsiz kuyusuna düşmek. Muharrem ikincisini seçer ama bu seçim, bir özgürlük değil, kendi kendine biçtiği bir idam fermanıdır aslında. Muharrem, özgürlüğünü yalnızlıkta bulur ama bu özgürlük, bir kurtuluş değil, kendine karşı işlenmiş korkunç bir suçtur.
Filmde Muharremin sayıklamalarına fazlaca şahit oluruz. Bunların içindeki şu replik benim için filmin unutulmaz manifestolarından biridir. Bürodaki iş arkadaşlarına seslenir Muharrem.
“Alayınız böylesiniz oğlum işte! Biraz gururunuz okşandığı zaman hemen hizaya geçiyorsunuz.”
Bu cümle, yalnızca Muharrem’in çevresine yönelttiği öfke değildir, aslında kendi içindeki yarayı deşmesidir. Çünkü Muharrem’in de gizli arzusu budur. Onay görmek, değerli hissetmek, gururunun okşanması… Ama işte travmanın ta kendisi, Muharremin kendinden nefret ettiği şeyi arzulamasıdır. Freud’un “bastırılanın geri dönüşü” dediği şeydir bu. İnsan, en çok nefret ettiği........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
John Nosta
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein