Pilates ve yapay zekâ
Yapay zekâ ile ilgili işler yapanların pilates metodolojisini öğrenmesinde büyük yarar var.
Pilates ile ilgili entelektüel bilgim ve deneyimim iki farklı yönde ilerledi. Deneyim derken pilates yapmaktan bahsetmiyorum; karşılaştıklarımdan bahsediyorum. Aklımda kalan Turkcell eski Genel Müdürü Murat Erkan ile iki karşılaşmamda elde ettiğim deneyimdir. Birinci karşılaşmamız, Kanyon’u geçit olarak kullanırken olmuştu. O, bir arkadaşı ile birlikte Kanyon’dan geçip Turkcell’in geliştirme yapan ekibinin Harman Sokak’taki ofisine doğru gidiyordu. Ben de bir toplantıdan çıkmış, metroya gidiyordum. Yürüyüşümüzü kesip ayaküstü sohbet etmemize neden olan benim “Sen bu yaşta boy atmaya mı başladın?” demem olmuştu. Uzamış görünüyordu. Kendimi çocukken bayramda büyüklerle öpüşürken parmaklarımın üzerinde yükselmek zorunda kaldığım günlerdeki gibi hissetmiştim. Sohbeti kısa kesip yolumuza gitmiştik. Yetişmemiz gereken işler olan günlerdi.
Sonraki karşılaşmamızda karşımda bambaşka bir Murat Erkan vardı. Eski duruştan eser kalmamıştı. Ne olduğunu sorduğumda halı saha maçında sakatlandığı için pilatesi bıraktığını söyledi. Ayağını ya kırmıştı ya çatlatmıştı diye hatırlıyorum. “Nasıl oldu?” diye sorduğumda günlük hayatın normalleri içinde bir yanıt aldım: “Halı sahada maç yaparken oldu.” Çalışma arkadaşları ile ekip ruhunu güçlendirmek için maç yaparken olmuştu. “Sana hıncı olan bir çalışma arkadaşı ayağını mı kaydırdı?” diye sorduğumda sorumlunun zemin olduğunu söyledi. Toprağın üzerine dökülen betonun üzerine kaplanan “halı”nın adını verdiği yapay spor alanının zemin özelliği, biraz agresif oynamaya başladığınızda ayak bilekleri ve o bölgedeki diğer kemikler için risk yaratmaya başlıyordu.
Bunun ne anlama geldiğini, İTÜ’de okurken kurduğumuz tiyatro grubu ile Bertolt Brecht’in “Turandot ve Aklayıcılar Kongresi” oyununu sahnelerken edindiğim deneyimden biliyordum. Küçük sahne, kalın bir beton platformun üzerine halıfleks kaplanmasıyla oluşturulmuştu. Öfke ya da heyecan vurgusu yapmak için ayağınızı yere vurduğunuzda ses çıkmadığı gibi zeminin sertliği konsantrasyonunuzu bozuyordu çünkü yaptığınız harekete içinde bulunduğunuz ortamdan bir karşılık alamıyordunuz. Farkı anlamak için düşünmeniz ya da okumanız değil, sahnesi tahta olan büyük salonda oynamanız gerekiyordu. Ayağınızı yere vurduğunuzda çıkan ses, duruşunuza kadar her şeyi çok daha yüksek konsantrasyon ve etki ile yapmanızı sağlıyordu.
Bunu yaparken en önemli nokta, tiyatro grubunun birlikte ve uyumlu hareket etmesiydi. Bunun yapılması, söylendiği kadar kolay değildi. Provalara başlamadan önce aldığımız temel eğitimde, gitara eşlik etmemiz gerekirken ekip arkadaşlarımız birbirini dinleyerek koroya uyum sağlamak yerine tarihi hamamın akustiğinde kendi sesleriyle solo konser vermeye çalışıyordu. Bu, benim için de geçerliydi. Oyunun koral bölümlerine geldiğimizde, kat edilen muazzam mesafe ortaya çıktı. Herkes tek bir ses gibi şarkıları söylüyordu.
Yıllar sonra düşündüğümde, ortaokul ve lise yıllarında boş derslerde bizim bu işi kendiliğinden yapabildiğimiz aklıma geldi. Darbeci general Kenan Evren’in kurduğu rejimde “boş ders” diye bir kavram hayatımıza girmişti. Öğretmenlerimiz atanmadıklar için programda yer alan ders boş geçiyordu. Bizden de sınıfta oturmamız isteniyordu. Sıra kapaklarında darbuka çalarak şarkı söylediğimiz bu yıllarda sınıf olarak tek ses olmayı başarıyorduk. Sınıfta şarkı söylemenin alternatifi, sınıfta kalma emrini dikkate almayıp bahçeye çıkmaktı. Müdür muavinleri her ikisinde de önlem alıyordu. Bahçede gezenleri sınıfa sokuyor ya da sınıftan gelen gürültüye müdahale ediyorlardı ancak asıl sorun olan öğretmensizliği çözmek, kimsenin elinde gelmiyordu. Bir süre sonra onlar da bıkıp esnedi. İpler gevşemek zorunda kaldı çünkü müdahale ettikçe, işlerini doğru yapmadıkları ortaya çıkıyordu. İşte o yıllarda biz, birlikte şarkı söylemeyi öğrendik.
Sonra nasıl oldu da, üniversitede birlikte şarkı söylemekte zorlandık ve bunu yeniden öğrenmemiz gerekti? “Boş ders” kavramını hayatımıza sokan sistem,........
© Ekonomim
