Bir pazar macerası ve sığırlar
Pazara gitmeyi severim. Pazarın ayrı bir dinamizmi vardır. Alıcı ile satıcının buluştuğu yerdir pazar. Pazar, camsız vitrinler dünyasıdır. Pazarcılar, satacakları malları tezgahların üstünde müşterilerin beğenisi için sergilerler. Her şey bir zevk ve beceri meselesidir. Bazıları o kadar güzel süsler ki tezgahlarını, sebzelerin ve meyvelerin dilleri olsa şunu duyabilirdik: “Oh dünya varmış; kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim.” Sonra çevresindeki diğer sebze ve meyvelere bakıp “Sizinle aynı tezgahı paylaşmak benim için de bir zevk; iyi ki varsınız”. Pazar, bir renk cümbüşüdür. Zengin bir coğrafya ve cömert toprakların bir sonucudur bu renk bolluğu. Tezgahlardaki renk cümbüşü, çeşitliliğin bir göstergesidir. Beni bu renkler, renkli çeşitlilik çeker pazara ve severim.
Pazara gitmeyi severim dedim ama çocukluk yıllarımda sevmemin nedeni başka idi. Babam “Tak sepeti koluna, pazara gidiyoruz” derdi. Ben de seve seve giderdim. Çünkü bilirdim ki, işin ucunda yazın gidersek dondurma, kışın gidersek kestane kebap vardı. O çağlarda pazarı bu ödülleri için severdim.
Her çağda insanın merakları farklı oluyor. Merzifon’daki pazarlardan aklımda kalan bir renk cümbüşü yok. Çünkü o çağda renk çeşitliliği merakım yoktu. O dönemin pazarlarından aklımda kalan tek renk, madımağın koyu yeşil rengi. Köylü kadınlar topladıkları madımağı pazara satmaya getirirlerdi. Madımak, kilo ile değil de bohça ile satılırdı. Babamın “Biz kalabalık değiliz; bir bohça yeter” deyişini hatırlıyorum. Kadınlar madımağı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptırdığı tarihi “Tuzpazarı Hamamı” önünde satarlardı. Acaba o kadınlar böylesine tarihi bir binanın önünde olduklarının farkında mıydılar diye düşünüyorum şimdi.
Geçtiğimiz hafta Ayvacık Pazarı’nda idik. Hoparlörden gelen ses beni çocukluğuma götürdü. Merzifon’un pazarı,........
© Ekonomim
