menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Melon

15 8
11.08.2025

1800'ler Fransa'sının sanat hayâtında serpilen gerçekçiliğin öncü ismi Gustave Courbet (1819-1877), “bir sanatkâr yalnızca var olan şeyleri tasvîr etmelidir,” der.

Onun için soyut nesneler tuvallere âit değildir. Resim, görünür formların temsîli olduğu gibi realizmin özü ve esâs niteliği, ideâl olanın inkârıdır.

Kısa müddetliğine Courbet'nin talebesi olan ressam Henri Fantin-Latour (1836-1904)'un nature morte (natürmort, dead nature, harfîyen “ölü doğa”, cansız objeleri konu alan her nevʿ sanat eseri)'u da hâyli somuttur. Yer yer gerçekliğin ötesine geçen bir dinginlik hissedilir. Sessizliğin karesidir. “Ne kadar büyüleyici olsa da netîcede yalnızca bir elma, bir kiraz ve bir bardak sudan ibâret,” görülse de o zamânın bâzı sanat eleştirmenlerince bu sanat stili, Fransız gazeteci ve sanat eleştirmeni Jules Castagnay, natürmort ustalarının meslekten ihrâc edilmelerine “vahşîce” diyerek tepki gösterir, yazar Leah Gallant'ın aktarımıyla.

Courbet'nin aksine renk ve şiir arasında kuvvetli bir bağ gören Fantin-Latour, fırçasından damlayan fevkalâde mahâretinin eşliğinde, koyu arka planlara yedirdiği sıcak tonlarla renklerin senfonisini oluşturur. Resimleri, nesnelerin kendinden ziyâde ışık ve gölge ile âlâkalıdır. Her natürmort ressamı gibi o da objelerini soyar. Natürmortlar onun için sırf para kazanmanın bir yolu olsa da ona dâimî şöhreti getiren tam da bu çalışmalarıdır.

Masmâvi cam sürâhiler, tâze çiçekler, herbir tânesi inci küpe gibi parıldayan üzümler, gomegot sarısı armutlar, turuncu zemîn üzerine açık kırmızı, sıcak tonlu, pastel renkli şeftâliler, mini mini tepsiler, hasır sepetler, testiler, mineli enfiye kutuları üstâdın tablolarında mânâ kazanırken, kanarya sarısının tüm tonlarını yansıtan o kıvrımlı kabuğundan turuncuya çalan iç kısmıyla enfes görünüme sâhip kavunlar da tuvallerinin öznesi olur.

Salzburg doğumlu ressam Ronald Berger'in tuval üzerine yağlıboya tekniği ile resmettiği, aynı zamanda makalenin üst kısmında görülen –teolojik bir betimleme ile– “yasak meyve” benzerî o tılsımlı ve albenili kavun dilimi, her sanatseverin iştâhını kabartır.

Kavunun batı dünyâsındaki muâdili olan mēlon (μῆλον) sözcüğü, Eski Yunanca'da üç mânâya gelir.

1, “Koyun, keçi, teke.” Hattâ Yunan mitolojisinde, küçükbaş hayvanların, çobanların, sürülerin, öbür taraftan bereket ve refâhın da tanrısı olan, –Albert Carnoy'un Dictionnaire Etymologique kitabında belirttiği üzre– Hindu kutsal metin külliyâtı “Veda'da keçilerin çektiği araba ile seyâhat eden, sürülere kılavuzluk yaparak onları himâyesi altına alan tanrı Puşan'ın ilâhî rolüyle tesâdüf olamayacak kadar benzerlikler taşıyan,” Hermes'in oğlu keçi ayaklı Pan, bir melo-nόmis (μηλο-νὁμης), yâni “çoban” olarak işini yaparken kırlarda dolanıp flüt çalarmış. Asırlar sonra panflüt, yarı insan yarı hayvan Pan'a ithâf edilmiş.

2, “Elma, ağaçta yetişen her tür meyve veyâ meyve ağacı.” Yunânî mēlon sözcüğünün, Orta Latince'de malum terime evrilirken, “elma” anlamını muhâfaza ettiğini Alman tabib ve eczâcı Christopher Wirtzung'un vücûdun baş kısmından ayaklara kadar iç ve dış kısımlarda cereyân eden sağlık sorunlarını irdelediği The General Practise of Physicke (1605) adlı yapıtından biliyoruz.

3, Antik şiirde, bilhâssa bir vakitler Konstantinopl'de yaşamış Yunan tarihçi Hesychios'un söz varlığında, göz altlarındaki şişlikler elmaya teşbîh edilirken de aynı kelime kullanılır. Yanaklara da benzetildiği görülür, hattâ antik devrin halk dilinde kadın göğsü de elma ile ifâde edilir.

Ammâ velâkin, antik lisânda melopépon (μηλοπέπων), belki hem biçimi, hem de sarı elmadan hareketle, rengi itibârıyla, mēlon'dan türeyerek “elma biçimli kavun” mânâsına gelmiş olabilir.

Kilit kelimemiz melopépon, bizleri, Roma İmparatorluğu'nun –Gibbon'ın târifiyle– karanlık ve acımasız Tiberius devrine sürüklüyor.

Tozsuz, dumansız ve berrak bir havada dağların ardında beliren gün ışığının o ilk parıltısıyla berâber Antik Roma toplumuna hayat verdiğine inanılan güneşin tanrısı Apollo'nun zuhûr ettiği bir aristokratın evini tahâyyül edin. Bir günde hem aydınlık bir sabahı karşılayan, hem de akşam üzeri somon rengine bürünen göğün esvede çalmasına şâhitlik eden, her yanı lilayla, begonvil çiçekleriyle kaplanmış bir kameryanın altında –Yunanca tâbiriyle– tavernada, yâni “yemek yeme mahâllinde” zamânının........

© Dikgazete.com