Ah Anemonum!..
“Ah anemonum! Kışımı bahar eyleyen güzelim. Bütün zamanları kendinde toplayarak yaşamın içine dağıtan gönül çiçeğim. Teke yarımadasının koynunda, rüzgarlı bir kış günü, yaşamın olanca düzlüğüne karşı içinde tersine akıp duran suların çoğaldığı bir mevsimde çıkıp gelişin nedir biliyor musun? Ne durağanlığa isyan, ne de ‘zamane’ bir kaçış planı. Kendi okyanusunda çalkalanması insanın. Kendi meyvesiyle sarhoş olması bir ağacın. Yollara atma isteği, olur olmaz. Özlemin ruh ve tende bir eriyiğe dönüşüp yaşamın o sonsuz okyanusuna karışmasını sağlayan yollara. iki hareketsiz nesneyi görüntüleri, sesleri, renkleri ve kokularıyla birbirine bağlayan yollara… Avuçlarından ateş gelincikleri topladığım ilk günden beri, yolda, her incir yaprağında ellerini, her ahlatta gülüşünü, her sarmaşıkta tenini görmem bundandır. Bundandır, gövdenin moruna vurulmam. Ama özlem koynunda büyütürmüş tüm duyguları. Beklemek ibadet, adını özlemle anmak zikirmiş, yaşayarak öğreniyor insan…”
***
Aşkım anemone!
“Çünkü bir adam için aslolan özlemek ve zikretmektir, ruhunu tamamlayan çiçeği. Kış ortasında çıkıp gelişin nasıl yaşama doğruysa, yaz başında gidip kalışın da yaşama dönük olacak. Hoş geldin anemonum, hoş geldin…”
Anadolu’nun büyük bölümü eskilerin ‘kara kış’ dediği zemheri günlerinin tam ortasında. Beklenen yağmurların ardından kar da kendini göstermeye başladı. Evliya Çelebi’nin tevatürlerindeki gibi, Erzurum’da damdan dama atlayan kedi havada donuyor mu bilinmez ama pek çok yerde kar kalınlığının adam boyuna ulaştığı haberleri geliyor.
Yağışların bereketi yeryüzü için oldukça sevindirici. Suyun milyonlarca yıllık çevrimi sürüyor. Ancak ağaç ve bitkilerden oluşan yeryüzü örtüsünün insan eliyle yok edilmesinin doğal bir sonucu olarak şiddetli seller toprağı da sürükleyip götürüyor. Ege Ovalarında, Toroslarda, Karadeniz’de…
Sellere kapılıp giden sadece toprak mı? Yaşamın aşk dolu sırları da yok oluşun çarkına kapılıp gidiyor…
SELLE BİRLİKTE YOK OLUP GİDEN MİLYARLARCA CAN
Coğrafyanın en eski, en büyük ustası, biçimleyicisi olan su, kızıl, kahverengi çamurun içinde milyarlarca tohumu da alıp götürüyor. Milyarlarca gelincik. Ya da papatya. Kim bilir belki de yüksek yamaçları kökleriyle sararak toprağı yerin yüzünde tutan, yaşamın devamını sağlayan, kuşlara, böceklere yuva olan geven tohumlarıdır kaybolup giden. Belki de ardıçtır, sedirdir, çamdır. Milyarlarca meşe palamududur yahut. Tohum deyip geçmeyin. O orman örtüsünün altında zamanı durdurarak kış uykusuna yatmış, baharı, toprakla buluşacağı günü bekleyen milyarlarca yıllık yaşamın sürükleyicisi tohumlar uyuyor.
Şimdi sözü isterseniz bir ağaca verelim. Anadolu’nun kalender dervişleri alıç ağacına. Türk botanikçilerin duayeni büyük usta Prof. Dr. Hikmet Birand, Ankara yakınlarındaki Dikmen Alıcı’nı konuşturarak, tohumların yeryüzüne nasıl yayıldığını bir alıç ağacının diliyle bakın nasıl anlatıyor:
TOHUMLARIN İNANILMAZ YOLCULUĞU
“Tohum bizim dölümüz, yavrumuz diyelim ki bizim çocuğumuz. Çünkü her tohumda taslak halinde de olsa gelişme organlarımızın hepsi, kök, gövde ve yaprak var… Biz tohumlarımıza bütün analık şefkat ve ihtimamını bizden ayrılmadan önce gösterir, onları dallarımızdan ayrılır ayrılmaz çıkacakları sonu bilinmeyen yolculuk için iyi hazırlamaya gayret ederiz. Çünkü biz tohumlarımıza bizden ayrıldıktan sonra bakmak, yardım etmek imkanından yoksunuz… Tohumlarımız yazın ya da güzün olurlar, dallarımızdan ayrılır savrulur, yere dökülürler. Güzün geceler ayazlamaya başlar, yakında kış gelecek, kar yağacak, don olacaktır… Sonra tohumlarımızın hepsi elverişli yere de düşmez. Çimlenmeden, fakat canlılıklarını da yitirmeden en az bir kış geçirecek kadar dayanıklı ve........
© dibace.net
visit website