menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Binboğa: “Bir Romanın Entelektüel Düzeyinin Koruyucusu, Romancının Dili ve Üslubudur.”

15 3
14.06.2025

“Merhabalar Mehmet Bey. Geçtiğimiz günlerde, üçüncü romanınız, “Bir Uzun Ağlamak” yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Konu olarak bu romanınız diğer romanlarınızdan ayrılıyor. “Bir Uzun Ağlamak”ın konusu -en azından yarısı- Doğu’nun ıssız bir köyünde geçiyor. Günümüzde köylü (gerçi köyler mahalle oldu!) romanı yazmak, daha da önemlisi, o romanı okutmak kolay olmasa gerek. Bu anlamda yaşadığınız zorluklar nelerdir?

Merhabalar Değerli Muaz Bey. Kanalınız www.dibace.net ve şahsınızın edebiyata verdiği hizmetlerden dolayı teşekkür ederim.

Sorunuza gelince: Evet, hakkınız var. Özellikle son kırk yıldır gerek öykümüzün gerekse romanımızın, hatta şiirimizin de hiç olmadığı kadar kent yaşamını işlemesi, ülkenin kentleşmesiyle doğru orantılıdır ve bu yönelim de doğal kabul edilmektedir. Buna karşın, yayımlanan her yapıtın illaki kenti yansıtması da gerekmiyor. İnsan nerede yaşarsa yaşasın, bu yaşantıların sanata yansıması kaçınılmazdır.

Edebî eserin içeriği konusunda ben galiba biraz klasisizmden yanayım. Yani klasisizme bağlı yazarların dediği gibi; insana ait duygular, tutkular, arzular, coşkular, aşklar ve öfkeler zamanla şekil değiştirse de öz olarak değişmiyor. Demem o ki kentte yaşayan insanla köyde yaşayanın insanî duyarlıkları çok da farklı değil. Sadece her iki coğrafyaya ilişkin gündelik sorunlar, şekilsel farklılık olarak tezahür ediyor, içerik değişmiyor.

Köylü romanı yazmanın en büyük handikabı; anlatıcının, görece daha az eğitimli bir toplumu anlatmakta yaşadığı sıkıntıdır. Bu durum, öteden beri romancılığımızın en önemli sorunlarından biridir. Gerek doğuştan köylü gerekse köylerde uzun yıllar öğretmenlik yapmış olan Köy Enstitülü yazarlar, (Tabii bunların çoğu da köy çocuğudur esasen.) yapıtlarında -en azından dil olarak- köylüyü özgün diliyle yansıtmışlardır. Hatta bunların içinde bazıları, kahramanlarına, köylü dili ve kültürüne pek de uymayan felsefi nutuklar bile çektirmiştir ama bizde eleştiri, biraz da aşiret içinde “Kol kırılır yen içinde kalır.” mantığına göre yapıldığı için, Cumhuriyet Dönemi boyunca romandaki kimi sorunlar pek gündeme getirilmemiş. Siyasi düşüncesi örtüşen yazarla eleştirmen can ciğer kuzu sarması bir samimiyetle bir birlerini bol keseden överek ilişkiyi sorunsuz sürdürmüşlerdir.

Benim de bu romanı yazarken yaşadığım zorluklardan biri, diyaloglarda köylü ağzıyla cümleler kurmaktaki isabet sıkıntısıydı. Örneğin, metinde kadınları birbirine “arkadaşım” hitabıyla konuşturdukça içimden bir ses, “Hayır, köylü kadınları birbirlerine ‘arkadaşım” demez, ‘bacım’ der.” dedi ve o sözcükleri değiştirdim.

Kısacası, bir romanı değerli kılan, hikâyenin nerede geçtiğinden çok; neyi, nasıl anlattığı; metinde etkili karakterler yaratılıp yaratılamadığı, yazarın dile hâkimiyeti, üslubunun özgünlüğü ve romanın iç unsurlarının (zaman, mekân, şahıs kadrosu, nesnelerin işlevi ve bütünlüğü) uyumuyla ilgilidir. Kitaplarımın, okur tarafından beğenilme kaygısını taşımıyorum ben. Bu ölçüt bizi yanlış sonuçlara götürebilir çünkü. Tersini düşünürsek, çok satan bir kitap, edebî yönden çok kaliteli anlamına gelir ki yanlış bir olgudur bu.

Kitapta -özellikle bölüm başlarında- oldukça emek verilmiş deneme tadında metinler var. Daha önceki romanlarınızda (Efelya, Şiirkent’in Narçiçeği) benzer metinler kahramanlar ağzından söyletilirken; bu romanda edebî ağırlıklı yazılar, kahramanların diyaloglarıyla verilmiyor. Bunun sebebi nedir?

Bir romanın entelektüel düzeyinin koruyucusu dili ve üslubudur. Üsluba hükmeden de doğal olarak anlatıcıdır. Anlatıcının entelektüel düzeyi ancak diyaloglara kadardır. Diyaloglarda kahramanların seviyesine inmek zorundadır dil ve üslup. Diyalog, romanın tuzu biberidir; yani olmazsa olmazıdır. Okuru romanın ruhuna dâhil etmek için ara sıra diyaloglar kurulmalıdır fakat bir köy romanında sıradan bir vatandaşı, Oxford mezunu gibi konuşturursanız da okur sizinle dalga geçer. (Hoş böyle kitaplar da yazılmıyor değil… Hatta, büyük usta Tolstoy bile Anna Karenina adlı başyapıtında kahramanlarından onlarca çiftlik sahibi Levin’i, (ki Tolstoy’un kendisi olduğunu iddia eder eleştirmenler.) marabalarıyla, Saint Petersburg sosyetesinde konuşulan dille konuşturur. Dostoyevski’nin hukuk öğrencisi Raskolnikov’la hayat kadını Sonya’yı ya da meyhanede ayyaş Marmeledov’la aynı düzeyde konuşturmasını da örnek olarak verebiliriz bu konuya ilişkin olarak. Belki de çeviri yanlışıdır bunlar ama dikkatli okurun gözünden kaçmaz.) Diyeceğim, post-modernistlerin, metinde diyalog kurmaktan fellik fellik kaçmalarındaki espri de budur. Onlar, diyaloglar yerine daha çok, bilinç akışı tekniğiyle okurun, kahramanların iç dünyalarına sokulma ihtiyacını karşılıyorlar bir bakıma.

Benim de bu romanda italik yazılarla bölüm başlarında aşağıda işlenecek sahnelere girizgâh babından müphem bir anlatıcı tarafından söylenmiş metinlerim var, evet. Bu teknik, bizde, A. H. Tanpınar’ın kimi romanlarında, Batı’da ise özellikle Milan Kundera’nın, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı yapıtında uyguladığı bölüm başı deneme tekniğidir. Bu metinler, kahramanların ağzından söyletilemiyor; çünkü kahramanlarımın çoğu eğitimsiz insanlardır. Yazar da ister istemez konuya ilişkin görüşlerini daha sanatlı bir üslupla, adı konulmamış bir anlatıcı tarafından dile getiriyor. Tabii asıl anlatıcıyla iğreti anlatıcı karışmasın diye de yazar malum bölümleri italik yazıyor.

Metinde, Doğulu Alevi bir kadının, memleketinden özellikle de çocuklarını okutmak için ayrılıp geldiği ve yerleştiği Adana’da yaşadığı zorluklar anlatılıyor. İlk bakışta, metnin bildirisi yukarıdaki cümlelerde bahsettiğimiz konu olsa da kitapta verilmek istenen onlarca da toplumsal mesaj var. Böylesi bir toplu mesaj vermekteki amaç nedir, roman tek bir mesaj üzerinde yoğunlaşsa daha etkili olmaz mıydı?

Salt romanda değil, en küçük bir kurmacada, hatta bilimsel yazılarda bile bazen kalem sizi dinlemez; alır başını gider. Bu romanda, evet, onlarca sağlam karakter ve onlarca bildiriden söz edebiliriz. Gerçi ben, “Bir Uzun Ağlamak”ta yazacağım hemen her konuyu ve ana konuya yakın alt konuları en küçük detayına kadar planlamıştım. İtiraf edeyim ki ilk defa planlı bir metin üzerinde çalıştım. Yani, başkahramanımız Narin’in yaşadığı olumsuzlukların yanında, 12 Eylül günlerinde Anadolu’da neler yaşandığını, bu anlamda Alevilerin ekstra yaşadığı zulümleri, döneme ait yoksulluğu ve yoksunlukları bire bir yaşamış bir kişi olarak da dile getirmek istedim. Doğu’da eğitim sorunsalları, devletle Alevi toplumunun ilişkisi, kendi ülkesinde sığınmacı gibi ürküntü içinde yaşayan bir toplum kesiminin ruh hâlleri, Darbe günlerinde yaşanan sürgünlükler ve kaçakların yaşamak zorunda kaldığı perişanlıklar da Narin’in hikâyesine koşut gelişen olay ya da olgular oldu. Dönemin panoramasını çizmek için biraz da mecbur kaldım bunca konudan söz etmeye.

Evet, bu konuda haklı olabilirsiniz; değindiğiniz gibi, romanın sadece bir konu etrafında daha yoğun seyretmesi metnin bildirisinin daha kuvvetli olmasını sağlayabilirdi ama benim amacım illaki bir mesaj vermek değil, bir orkestra ahengiyle o zamanın ve Narin’in yaşadıklarının kompozisyonunu çizmekti. Bu konuda ne kadar başarılı olup olmadığımıza eleştirmenlerden ziyade okurlar karar verecek bence. Zira bazen okur gözlemleri, akademisyenlerin ya da eleştirmenlerin görüşlerinden daha isabetli olabiliyor. Kaldı ki yazarın kendi kendine yaptığı okumalar, dosya üzerinde yeterince anlaşılamayabiliyor bazen. Zira kitap bütünlüğü diye bir şey var, evet. Hatta, kurmaca metinlerin -özellikle romanların- daha küçük puntoyla basılmasının bile bir esprisi var. Okur, küçük yazıları okurken romanın gizini araştırmak için daha bir dikkatli davranıyor.

Sizin gerek........

© dibace.net