menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Puşkin Yazıları-III: PUŞKİN’İN SÜRGÜN YOLLARINDA

11 5
04.07.2025

Okuyucularım izin verirlerse, 3.gün programını bir yana bırakıp hemen 4. güne atlayacağım. Eğer yazın artırdığı yazma tembelliğimi yenebilirsem, o gün sunulan Puşkin tebliğlerinin bir özetini ve belki Puşkin’de Byron Romantizminin Yansımaları konulu kendi tebliğimi (ilkin oturup Türkçe’ye çevirmeyi becermem gerek…) takdim etmeye çalışacağım. Tabii, o günün kapalı bir mekânda geçirilmesinin „biz Almanlar“ üzerinde ne kadar „sıcak“ bir etki yaptığını söylemeye gerek yok.

Nihayet uçsuz bucaksız Rus bozkırlarına doğru yola çıkacağız! Anıtları, müzeleri, meydanları, parkları, köprüleri, yapıları ile gerçekten pek hoş görünüşlü bir şehir olan St. Petersburg, kuruluşu sırasında köle olarak çalıştırılan yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtığını öğrenmemden ötürü müdür bilemem, bende pek soğuk -zaten soğuk!- bir iz bıraktı.

Bizi Pskov’a götürecek obüsümüz bir türlü gelmiyor. Resmî gezilerde dünyanın her yerinde bu böyledir; program bitince görevliler köşelerine çekilir, misafirler de bir iki saf insanın başına -belâ olarak- kalırlar. Üç saatlik bir beklemeden sonra otobüsümüzün geldiği haberini alıyoruz. Bu gecikme, grubun Alman olmayan tek üyesi hariç, -ki o, bir türlü bitip tükenmeyenTürk sabrına sahiptir,- diğerlerini perişan etmeye yetmiş ki, otobüse yerleşir yerleşmez hemen hepsi derin birer uykuya gömülüyorlar. Otobüsümüzün önünde fırıldağını yaka yaka ilerleyen polis arabasını farkedince, Michael’i dürtüyorum. „-Bak, bir kez de polis eskortunda selâmlıyoruz St. Peterburg’u!“ Michael gözlerini açmadan, „polis mi?“ dedi, „öyleyse hâlâ Leningrad’dayız!“ Ancak onun gibi iyi bir şâir böylesine güzel bir nükteyi bulup çıkarabilirdi; çok hoşlandım.

Otobüs, yön levhasında Pskov karayolunu gösteren tarafa değil de, havaalanına doğru sapıyor. Durumun farkına varan Bayan Feyl -demek ki, tek uyumayan ben değilmişim-, polis arabasıyla bağlantı kurarak, „galiba sınırdışı ediliyoruz!“ diye söyleniyor. Gülüyorum. Otobüste biri hanım, üç Rus var. Ne sebeple bize refakat ettiklerini bilmiyoruz. Onlardan yana dönüp bakıyorum. Başbaşa vermiş, yoğun bir konuşmaya dalmışlar. Başımı yeniden dışarıya çeviriyorum. Hayret, hava açmış, güneş adeta parlıyor. Içim sevinçle doluyor. Caddenin iki yanında üstüste yığılmış kibrit kutularını andıran ofis apartmanlar göçme çığlıkları atıyor; sıvaları dökülmüş, camsız kalmış çercevelere gazete kağıtları yapıştırılmış, giriş kapılarının iki yanına çöpler yığılmış. Lenin Prospekti’nde ilerliyoruz. Belli ki Çarlık Rusya’sı topraklarndan çıkmış Sovyet Rusya’sına girmiş bulunuyoruz. Az sonra dümdüz uzanan, geniş bir bulvara giriyoruz. Karla doldukları için şoförümüzün göremediği büyük göçüklere girip çıktıkça otobüsün sağlam kalmış tarafları da halloluyor. Ortadaki şeritte kapı kanatları kapanmayan, camları dökük, tekerleri yalpada bir taramvay, romatizma ağrıları içinde ilerlemeye çalışıyor. Doğrusu, çevik adımlı biri ondan daha fazla hız yapabilir. Tek tük otomobiller de geçiyor. Bir saat kadar böyle ilerledikten sonra demirlerini pas bürümüş geniş kanatlı bir avlu kapısının önünde duruyoruz. Zamanın pas saldırısından bütün resmi kimliğine rağmen yakasını kurtaramamış levhadaki sağ kalabilmiş harflerden bir polis merkezine geldiğimizi anlayınca, Sovyetler dönemi gezilerinden arta kalmış bir ürpertiyle yol arkadaşlarıma sesleniyorum: „-Uyanın, galiba bir terslik var!“

Şoförümüz, sanki bizimkilerin rahat uyumalarını sağlamak için motoru ve kapıları kapatıp polis merkezinin küflü kapıları ardında gözden kayboluyor. Aradan iki saat geçtiği halde geri dönmeyince, bizi bir telâş alıyor ki, asıl sebebi, geceyi otobüste........

© dibace.net