Puşkin Yazıları-II: Puşkin’in (Veya Deli Petro’nun) St. Petersburg’u
Sabah yeri ve göğü, suyu ve toprağıyla karlara gömülmüş bir dünyaya uyanıyorum. Bir gecede bu kadar çok kar yağabileceğini düşünemezdim. Arkadaşlarım da benimle aynı düşüncedeler; programda değişiklik yapılmalı ve 3. gün çalışmalarına geçilmeli. Kahvaltının bitimine doğru gelen tercümanlarımızdan birine bu düşüncemizi aktarıyoruz. “-Direktör gelsin,” diyor. Programın o bölümünün direktörü, akşamki yemekte karşımda oturan sevimli ihtiyarmış; Sovyet bayrağı gibi kızarmış bir yüzle kapıdan giriyor. Tercüman, kendisine dileğimizi aktarıyor. O sevimli yüz, bir an duraksamadan cevap veriyor: “-Niet!” Yâni çaresi yok, Puşkin’in St. Petersburg’unu seyrana çıkacağız. Derhal odalarımıza seğirtiyor ve mümkün olduğunca sıkı bir biçimde giyiniyoruz. Bir gün önce, hanım arkadaşlardan birinin tedbirli davranıp kürkünü beraberinde getirmesine gülmüştük. Şimdi o bize gülüyor.
“Burnundan soluyan” tercümanımı görünce seviniyor ve onu adım adım izlemeye başlıyorum. Ne yapıp edecek ve otobüste onun yanına oturacağım. Otobüs görünür görünmez adamı öyle bir markaja alıyorum ki, benden yarım adım uzaklaşması mümkün değil. Dışarıya çıkınca, hemen o anda aklıma çakır gözlü, yumuşak tüylü kedimizin oynaşıp dururken birdenbire yüzümü tırmalayıverişi geliyor. Pencerenin öbür tarafındayken bembeyaz, biraz soğukça bir örtüden ibaret saydığım kışın, kedi tırnağından daha keskin çıkacağını hiç düşünmemiştim. Tercümanla kol kola otobüse seğirtiyoruz. Onu pencere tarafındaki koltuğa âdeta itiyor, böylece hapsediyorum. Puşkin’in lise öğrenimine başladığı Zarskoje-Selo’ya doğru hareket ediyoruz. Bir süre çene titremesinden ibaret kalan otobüs içi yol sohbeti, kısmen kalorifer, daha çok nefeslerimiz sayesinde şekil değiştiriyor. Bizimkiler, lastiklerinde profili kalmamış bir otobüste yolculuk yapıyor olmaktan son derece huzursuzlar.
Onları can kaygılarıyla başbaşa bırakıp komşuma dönüyorum. İlk sorum: “Siz de mi St.Petersburg’tansınız?” Gülüyor. Kimlik kartını çıkarıp doğum yerini göstererek: “-Hayır,” diyor, “ben hâlâ Leningrad’tanım.” Ben de gülüyorum. Şehrin adı, resmî belgelerde henüz değiştirilememiş. İkinci sorum: “-St. Petersbuglular I. Peter’i neden çok severler? Şehrin kurucusu olduğu için mi?” Adamım bir süre yüzüme bakıyor. “Anladım,” diyor, “Müze direktörünün dünkü aşırı övgüsü canınızı sıkmış!” Tahmininde haklı olduğuna inanması için susuyorum. “-Severler tabii,” diye ekliyor, “şehri kendileri kurmadı ki!..” Ve St.Petersburg’un nasıl kurulduğunu bu kere de o anlatmaya başlıyor. Öyle ki, öğleden epey sonra otele dönerken bile henüz anlatımını tamamlayamıyor. Tabii bu “sosyal gerçekçi kuruluş hikâyesi,” Puşkin’in ayak izlerine tam anlamıyla basmamı engelliyorsa da, George Orwel’in o meşhur cümlesini tam anlamıyla kavramamı sağlıyor: “Yeryüzünde bir cennet yaratmak isteyenlerin yolu despotlukta noktalanır.” Dostum, işe Petro’nun çocukluğundan başlıyor.
Peter, çocuk sayılacak bir yaşta, amcasının ambarlarından birinde küçük bir tekne görür. Günlerce başından ayrılmaz. Amcası, yeğeninin gönlünü hoş etmek için Hollandalı bir ustaya tekneyi onartır. Petro çok sevinir. Bu kayık irisine, “Rus Donanmasının Büyükbabacığı” adını verir. Sırtından inmez olur. Hollandalı usta, ona bir de yelken direği yapar. Yelken kullanmayı öğretir. Geveze bir adam olan Hollandalı, Petro’ya ev büyüklüğünde yelkenlilerden, uçsuz bucaksız denizlerden, gemicilerden işittiği açık deniz maceralarından söz eder. Petro, onu artık yanından ayırmaz olur. Hollandalı onu iki kez Archangelsk’e götürür. Her yıl Mayıs’tan Ekim’e kadar günlerinin çoğunu Hollandalı arkadaşıyla birlikte Fin körfezi civarında geçirir, denizler buz tutunca Moskova’ya döner. Hollandalı, Türklerin iç denizi durumunda olan Karadeniz’in hiç buz tutmadığını söylemiştir. Petro, hiç buz tutmayan denize türküler söyleyerek geçirdiği yılların ardından çar olunca, ordusunu topladığı gibi Azak’a saldırır. Ancak ele geçiremez. Denize tarafından kuşatmadıkça bu işi beceremeyeceğini anlar. Hollandalı dostu, apar topar Avrupa’ya gider. Bulabildiği gemi ustalarını toplar, büyük paralar vererek Rusya’ya getirir. Kısa zamanda yeteri kadar gemi yapılır. Azak yeniden kuşatılır ve dört hafta sonra eline geçer. Bu başarı, Petro’yu çılgına çevirir. Avrupa’ya çıkışını engelleyen İsveç’e karşı da aynı yönteme başvurur. Ancak Finlilerin güçlü bir donanması vardır. Öyleyse daha çok gemi yapacaktır. Bütün Rusya’yı bu işe seferber eder. Vergiler arttırılır. Altın, gümüş süs eşyaları eritilir, paraya çevrilir; kilise çanları eritilir, toplar dökülür. Bütün erkekler askere alınır. Sonunda İsveç’ten körfezi koparmayı başarır. Neva’nın denize döküldüğü yeri pek sevmiştir. Oraya kendisi için bir başkent kurmaya karar verir. Akla, hayâle gelmez kaynaklar bulur. Sakalı olan erkeklerden, sakal vergisi toplar. O yüzyılda bir Rus erkeğinin sakalsız dolaşabileceğini düşünmek ne mümkün? Ya sakal vergisi ya tıraş ya da can? Para olmayınca ne yapsın adamlar, sakallarını........
© dibace.net
