‘Mezarda Çocuk Büyütmek’
‘Bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir fırçanın gölgesiyle temizliyordu.’
Dostoyevski
Bir arkadaşım anlatmıştı; Yıllar önce bir Yahudi iş adamıyla iş görüşmesi için randevulaşmışlar. Adam huyuna uymayacak şekilde gecikmiş. Sonra gelince özür dilemiş ve kusura bakmayın çocukla beraberdim. Suyunu çiçeğini verip biraz vakit geçirdim. Dalmışım. o yüzden geciktim demiş. Arkadaşım, tam anlamamış, Allah bağışlasın kaç yaşında demiş. Adam, ‘16’yı bitiriyor’ demiş. Yani yaşasaydı, diye eklemiş. Nasıl yani? Arkadaşın merakını anlayınca devam etmiş. 2004 yılında İstanbul’da Sinegog bombalandığında Yahudi iş adamı 5 yaşındaki oğluyla oradaymış. Saldırıda oğlu parçalanarak ölmüş, kendisi de yaralanmış. O günden beri oğlunun mezarına her gün gider, su ve çiçek, bazen de sevdiği oyuncakları ve yiyecekleri de götürür, saatlerce orada vakit geçirirmiş. Oğlu hâlâ yaşıyor gibi, bütün hayatını bu şekilde yaşamaya devam ediyormuş. Lafını bitirirken şöyle demiş, ‘Bilir misin, hayatta en zor şey, mezarda çocuk büyütmek…’
Yahudi işadamı şimdilerde kandaşlarının Gazze’de katlettiği çocukların babalarıyla empati yapıyor mudur, bilmiyorum. Ama mezarda çocuk büyütmenin ürpertici gerçekliği, yaşama ve ölüme dair sarsıcı çağrışımlar yapıyor. Ölümle kurulan yaşamsal bağın trajedisi, insana ve hayata dair her şeyi anlamsızlaştırıyor. Ya da bütün anlamları buharlaştırıyor.
Görünmez bir mezarlıktır zaman, demiş ya şair, belki de hepimiz mezarlıkta yaşıyoruz. Ölümü kabullenememenin, ölümsüzlüğü aramanın içgüdüsüyle yaşamı çocuklukta dondurup, büyümemenin yollarını arıyoruz. Yücelttiğimiz kişileri ölümsüz addedip onunla ölümsüzlük ilişkisi kuruyor, mezarını, türbesini, kurganını ziyaret ederek şefaat dileniyoruz. Yaşamın binlerce yıllık acı, hüzün, zulüm dolu gerçekliğinden ilhamla, gerçekdışına kaçıyor, ebedileştirilmiş bir çocukluk cennetinde yaşamaya çalışıyoruz. Bu nedenle insanların çoğu asla büyümüyor. İnsanı büyütecek, ergenleştirecek, akıl baliğ yapacak her şeyden kaçıyor, gözünü kulağını aklını kapatıp seçilmiş bir cehaleti tercih ediyor. İşimize gelmeyen her şeyi unutup, işimize geleni hatırlıyoruz.
‘Benim Üniversiteleri’mde, Gorki, “İnsanlar bilgi değil, unutma ve avuntu peşinde koşarlar.” der. Çünkü insan öğrendikçe büyür. Ama bilgi toplayan da acı toplar.
Sokrates’in sorularla doğurtan öğretme yöntemi, belki de insanın bu bilinçli unutuşunu daha doğrusu seçilmiş cehaletini fark etmesinin eseriydi. Sorular sorarak her insanın aslında her şeyi bildiğini açığa çıkartır, yani hatırlamasını sağlardı. ‘Yalnız açığa çıkan ışığı görebiliyorsan, yalnız söylenen sesi duyabiliyorsan, ne görebiliyorsun, ne duyabiliyorsun.’ derdi üstat.
Evet insan bütün evrenin, doğanın, var oluşun tüm safhalarının, kendisinin bütün bilgisini özünde taşır, her şeye şahit olmuştur çünkü. Doğup büyüdükçe hafızası da yerine gelir, dış dünyayla ilişki içinde hatırlar, dışardan bir öğretici etkiyle aslında bilmediğini değil, bildiğini bilir.
‘Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir/Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir.” (Yozgatlı Fenni)
Önce söz/kelam vardı, insan onu hatırlamak, anlamak, ona uymak için büyür. İnsan, o kelamın cisimleşmiş halidir. Her şeyin özü, özeti, kaydı ve temsilidir. İnsanların çoğu bunu bildiğini bilmemektedir. Peygamberlerin, filozofların, rahmani bilge mürebbiyelerin misyonu da budur; bildiğini hatırlatmak, doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini ayırt edecek ölçüleri vermek, kelamı doğrulamak. İnsan bedenine sürgün edilmiş Adem’i açığa çıkartıp hürleştirmek. kendini bilmesini ve kendi kaderinin efendisi olmasını sağlamak. Bunu vacibül vucud’un, yani O’nun, künhüne vardırarak, O’nunla birlikte (abd) kozmik yaratımın tecellisine (ebediyete) katılımını sağlamak. Bunun için la İlahe İllallah. Bu nedenle, Bir’den başka beliren herşey puttur.
Bilmek, sorumluluk yüklenmektir. İnsanın ergenliği aşıp akıl baliğ olması, sorumluluk sahibi bir yetişkin olması demektir. Akıl, bilginin kullanım klavuzudur. İdrak ise bilginin doğru kullanım yeteneği. Yetişkin bir insan, aklederek sorunlarını çözer, temel ihtiyaçlarını giderir, lehinde ve aleyhinde olanı seçebilir, iyiyle kötü arasında tercih yapabilir. Yani akletmek, yetişkin bir birey olmanın gerek şartıdır. İdrak ise, aklını ve diğer istidatlarını doğru, haklı, iyi ve güzel olandan yana kullanabilme iradesidir. İnsanların çoğu akıl sahibidir ama idraksiz ve iradesizdir. Hayat, insanları kadükleştiren koşullarıyla çoğu insanı idraksizleştirir, iradesizleştirir. Bu, ergenliğe geri dönüştür. Büyümenin, yetişkin olmanın durması, çocuklaşmaya doğru itiliştir. İnsanların çoğu idrak ve iradesinin körelmeye başladığı andan itibaren donar ve o halde kalır. Artık yaşı ne olursa olsun o bir ergen veya çocuktur. Aklını sadece içgüdülerinin ve alışkanlıklarının gereklerini temin için kullanır. Bildiğini unutur, bilmediğini de öğrenmek istemez. Bu sorumsuzluk hali, bir kişiliğe dönüşür ve o artık bir köle, bir mankurt, bir yığının, sürünün parçasıdır. Bu seçilmiş bir cehalet, uzatılmış bir çocukluk, dondurulmuş bir yaşamsallıktır. Bir tür ölüm, uyuma veya felç halidir. Artık dünya bir mezarlık, insanlar ise yaşayan ölülerdir. Bu mezarlıkta ne çocuk ne de yetişkin büyümez. Herşey mış gibidir, var gibidir, yaşıyor gibidir, oluyor gibidir. Sadece gibidir. İnsanlığın en tehlikeli hali, budur. Çünkü insanı ters evrimle tekrar hayvani bir düzeye düşürür, yaşamayı maymunsu bir taklide dönüştürür. İnsanlar yaşıyor gibi yaşar hale gelir. Bilemiyoruz, belki de herkes aslında bu dünyaya yalnız gelip gittiği için beynindeki, ruhundaki korku ve ümidini dışavuruyor. İnsanlık belki de tek bir insanın milyarlarca kopyasının mükerrer hayallerinden ibarettir.
İnsanların çoğu tam insan yani Adem olamadan büyür, yaşar ve ölür. Bukowski “Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır..” diye başladığı paragrafın sonunda şöyle yazar.. “Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye..”
Sezai Karakoç da bu yarı ölüleri şöyle tasvir eder:
‘Toprakta et, kemik çatırtıları…/Yarı ölüleri bir korku tutar,
Değince bir taşa kafa tasları,/- Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları…’
Oysa yaşayanlar yaşlanmaz, yaşayanlar acı duyar, hüzünlenir, kavga eder, öfkelenir, itiraz eder, sever, kızar, nefret eder. Yaşam bu sahici davranışlar bütünüdür. Oscar Wilde, ‘Nankör, tutumsuz, hoşnutsuz ve asi bir yoksul, sahici bir kişiliktir ve onda çok cevher vardır’, der. Bazen negatif özellikler bile pozitif bir öz taşır. Nihayetinde negatif olan, yani kötü,........
© dibace.net
