Sessiz esaret
Doğru bildiğini söylemek ile doğru kabul edileni söylemek arasında büyük bir fark vardır. İlki vicdanın sesidir. İkincisi ise kalabalığın beklentisi. Günümüz dünyasında bu iki kavram politik doğruculuk denen ince bir perdenin arkasında birbirine karışmış durumda.
Politik doğruculuğu kabaca tanımlarsak kimseyi incitmemek, dışlamamak, kimliğine veya aidiyetine zarar verebilecek bir ifadeden kaçınmak anlamına geliyor. Bir tür dil etiği diyebiliriz. İlk bakışta gayet masum, hatta insani bir çaba olarak gözüküyor. İnsanları kırmadan konuşmak, kimsenin kimliğiyle, inancıyla, cinsiyetiyle, kökeniyle alay etmemek ne güzel değil mi? Fakat sorun şu ki bu anlayış zamanla bir nezaket kültüründen çıkıp bir korku kültürüne dönüşüyor.
Artık bir konudaki fikrimizi söylemeden önce yanlış anlaşılır mıyım diye düşünüyoruz. Bir eleştiri yaparken, acaba linç edilir miyim diye endişe ediyoruz. Bir şaka yaparken bile bunu söylersem birini rahatsız eder mi? kaygısı içimizi kaplıyor. Daha da ilerisi, acaba yargılanır mıyım korkusu yüzünden düşüncelerimiz bastırıyoruz.
Politik doğruculuk başta toplumsal inceliği güçlendirmek için vardı ama geldiğimiz noktada bireysel düşünceyi zayıflatır hale geldi. Artık kimse tam olarak ne düşündüğünü söyleyemiyor. Herkes yalnızca söylenmesi gerekeni söylüyor. Kimi zaman işini korumak için, kimi zaman sosyal çevresini kaybetmemek için, kimi zaman da sadece rahat bırakılmak için.
İnsanlar fikirlerini değil, o fikirlerinin filtrelenmiş versiyonlarını dile getiriyor. Bu da tartışmaların fikir alışverişlerinin, hatta bilimsel ya da kültürel gelişmelerin doğallığını yok ediyor. Gerçek düşünceler söylenmeyince gerçek çözümler de........





















Toi Staff
Tarik Cyril Amar
Gideon Levy
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d