Matrix Filmi ya da Kırmızılı Kadının Dayanılmaz Çekiciliği
1999 yılı, sinemanın seyrüseferi açısından bir miladı temsil ediyor. O yıl vizyona giren The Matrix, Wachowski Kardeşler’in yönetiminde, hem sinemanın görsel dilini hem de popüler kültürün felsefeyle kurduğu ilişkiyi sonsuza dek değiştirdi desek abartmış olmayız sanırım. İlk bakışta siyah deri paltolar, havada donan mermiler ve dijital kod yağmurlarıyla dolu bir aksiyon filmi gibi görünüyordu. Ama alt metninde, çok daha derin bir soru yankılanıyordu: “Gerçek nedir?”
Matrix’in bu soruyu yalnızca sormakla kalmayıp tüm bir kuşağın kimlik arayışına dönüştürmesi, onu sinema tarihinde benzersiz bir yere yerleştirdi. Yirmi beş yıl sonra bile hâlâ sanatta, modada, felsefe derslerinde ve sosyal medyada yaşamasının nedeni, sadece ortaya koyduğu teknik yenilik değildi şüphesiz, bundan daha fazla gösterdiği düşünsel cesaretti. Çünkü Matrix, felsefeyi eğlenceli hale getiren, bunu yaparken de hem “cool” hem “derin” olmayı başaran çok az filmden biriydi.
Peki, Matrix’i bu kadar sevmemizin asıl nedeni neydi? Neden Neo’nun uyanışı hâlâ bizi bu kadar etkiliyor? Bu sorunun yanıtı iki paralel hat üzerinde yatıyor muhtemelen: Platon’un Mağara Alegorisi ile Star Wars’ın kahraman yolculuğu arasında. Matrix, felsefenin soğuk soyutluğunu popüler mitolojiyle birleştiren ilk büyük sinemasal sentezdi belki de. Bu yüzden hepimizi çarpmıştı.
Platon, Devlet’in yedinci kitabında bir alegori anlatır: Mağaranın içinde doğmuş insanlar, yalnızca duvardaki gölgeleri görür ve gölgelerin ardındaki gerçeklikten habersiz yaşarlar. Gerçekliğin yalnızca silik bir yansımasıyla yetinen bu insanlar, zincirlenmiş olmalarına rağmen durumlarının farkında değildir. Bir gün içlerinden biri zincirlerini kırar, güçlükle dışarı çıkar ve ilk kez güneş ışığının parlaklığıyla yüzleşir. Gerçeğin aydınlığı önce gözlerini kamaştırır, fakat yavaş yavaş asıl varlıkların, gölgelerin kaynağının ne olduğunu kavrar. Bu keşfin ardından mağaraya geri dönüp gördüklerini anlatmaya çalışır, ama karanlığa alışmış insanlar, onun anlattıklarını ya akıl almaz bulur ya da reddeder.
Neo’nun hikâyesi, bu alegorinin 21. yüzyıl versiyonudur. Matrix’in dijital mağarasında yaşayan insanlar, kodlardan oluşan bir dünyanın gölgeleriyle yetinirler. Morpheus’un “gerçek dünya”ya daveti, Platon’un filozofunun zincirlerini kırmasına denktir. Neo kırmızı hapı seçtiğinde, yalnızca Matrix’ten değil, cehaletin konforundan da vazgeçer. Bu sahne, sinema tarihinin en simgesel anlarından biri olacaktır, çünkü o andan sonra hepimiz o kırmızı hapla yüzleşiriz. Gerçeği bilmek mi, huzur içinde aldanmak mı?
Hakikatin çölü ile kırmızılı kadın arasındaki bu ikilem aşılması zor bir duvar gibidir. Kırmızılı Kadın figürü ise Lacan’ın “arzu nesnesi” (objet petit a) kavramını çağrıştırır; o, hakikate giden yolu saptıran, simülasyonun içinde kalmayı cazip kılan bir sapmadır. Matrix’in felsefi gücü buradan gelir, aksiyonun kalbinde epistemolojik bir ikilem vardır. Wachowski’ler Platon’un iki bin yıllık sorusunu siberpunk bir geleceğe taşırken, sadece bir uyanış hikâyesi anlatmazlar, bizlere bilginin bedelini de hatırlatırlar.
Platon’un idealar dünyası, Matrix’in “gerçek dünya”sında hayat bulur. Morpheus’un, zihin hapishanesinden kurtuluş öğretisi, modern bir filozof-kral manifestosu gibidir. Filmdeki “There is no spoon” sahnesi ise Platon’un idealarının mutlaklığına meydan okumaktadır adeta, çünkü Matrix’te madde bile zihnin........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein