Hegemonik Otoriterlik Eşiğinde Türkiye: Rejim Değişikliği Mümkün mü?
Türkiye, ciddi bir rejim değişikliği girişimiyle karşı karşıya. Siyaset bilimi literatüründe “hegemonik otoriterlik” olarak tanımlanan, seçimlerin biçimsel olarak sürdüğü ancak gerçek anlamını yitirdiği bir rejim tipine doğru ilerliyoruz.
AKP’nin 22 yıl sonra ilk kez bir seçimde ikinci parti konumuna gerilemesi, bu dönüşümün ivme kazanmasına neden oldu. Popüler desteğini kaybeden iktidar, baskı aygıtlarını kullanarak mevcut siyasal düzeni ayakta tutmaya çalışıyor. Türk demokrasisi, sivil dönemlerdeki en zorlu sınavını veriyor.
Bu yazıda, Türkiye’deki hegemonik otoriterliğe geçiş sürecini siyaset bilimi perspektifiyle ele alacağım; iktidarın stratejik hamlelerini, muhalefetin direncini ve dönüşümün sınırlarını tartışacağım. Rejim değişikliği gerçekleşecek mi, yoksa sistemin içsel sınırları, toplumsal direnç ve muhalefetin kapasitesi bu süreci durdurabilecek mi sorusuna yanıt arayacağım.
Türkiye’de son on yılda şekillenen otoriter rejimin en dikkat çekici özelliği, seçimlerin biçimsel olarak sürdürülmesidir. Ancak bu görünümün ardında, devlet kaynaklarının sistematik biçimde iktidarın hizmetine sunulduğu ve muhalefetin manevra alanının giderek daraltıldığı bir yapı inşa edilmiştir. Buna rağmen sandık, rejimin meşruiyet kaynağı olmayı sürdürmüştür.
Ne var ki, bu tür rekabetçi otoriter rejimlerde beklenmedik sonuçlar hiçbir zaman tamamen dışlanamaz: İktidar el değiştirebilir. Bugün Türkiye’de iktidarın ne yeterli seçmen desteği ne de gücü paylaşmaya yönelik bir niyeti bulunuyor. Bu koşullarda rejim, meşruiyetini ve sürekliliğini nasıl koruyabilir?
Rejimin meşruiyetini ve sürekliliğini nasıl koruyacağı sorusu, bugün tanıklık ettiğimiz dönüşümün merkezinde yer alıyor. 2024 yerel seçimlerinde AKP’nin popüler desteğini kaybetmesi ve o tarihten bu yana yapılan kamuoyu araştırmalarında ikinci parti olarak kalması, Erdoğan’ı kritik bir tercihle karşı karşıya bırakıyor:Ya rekabetçi otoriterliğin sınırlarında kalacak ve tüm kurumsal avantajlarına rağmen iktidarı kaybetme riskini göze alacak; ya da gerçek rekabetin tasfiye edildiği, kaybetmeyeceği bir seçim düzeni tasarlayacak. Ancak ikinci seçenek, seçimlerin iktidar değişimini mümkün kılan meşru bir araç olma işlevini ortadan kaldıracağından, bu tercih yapılırsa rejimin demokratik görüntüsü de geçerliliğini yitirecek.
Bu rejim tasarımının örnekleri dünyada halihazırda gözlemlenmektedir. Örneğin Rusya’da Birleşik Rusya Partisi’yle rekabet eden diğer partiler yasal olarak varlıklarını sürdürüyor. Ancak bu partiler, seçimin sonucunu değiştirme gücüne sahip olmadıklarının bilinciyle yarışıyor.
19 Mart sonrasında artan otoriter eğilim, iktidarın artık siyasal rekabeti tümüyle ortadan kaldırma yönünde ilerlediğini açık biçimde ortaya koyuyor. Bu eğilim, Türkiye’nin fiili bir rejim değişikliği sürecine girdiğini düşündürüyor. Ancak böyle bir dönüşümün siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan ağır maliyetleri olacaktır.
Türkiye’nin sınırlı devlet kapasitesi göz önüne alındığında, kurulmak istenen hegemonik otoriter rejimin zemini oldukça kırılgandır. Bu kırılganlık, siyasal elitin geri adım atabileceğine dair bir umut yaratabilir. Özellikle ekonomik krizin sınırlandırıcı bir etkisi olduğu ortada. Üstelik ekonomik maliyetler çok hızlı biçimde büyüyor: Siyasi operasyonlar sonrası piyasalar sarsılıyor, Merkez Bankası rezervleri erimeye devam ediyor.
Ancak bu rotadan geri dönmek, feraset sahibi ve sorumluluk duygusu yüksek siyasal aktörlerin varlığıyla mümkün olabilir. Geçmişte devlet aygıtına neredeyse mutlak biçimde hakim olan Milli Şef bile, 1950 seçimlerinde yenilgiyi kabul ederek iktidarı devretmişti. Bugün benzer bir demokratik olgunluğun mevcut olup olmadığı ise belirsizliğini koruyor.
İktidar, rejim değişikliğini gerçekleştirmek için dört temel stratejik hedef........
© Daktilo1984
