Haklı Savaş ve Simülasyon
İran’ın yok oluşunu izliyoruz. Sonu kötü biten kötü bir filmi izler gibi. Her gün, her saat bombalar düşüyor insanların üzerine. Bu meseleyi irdelemenin yüzeysel bir yolu var elbette. İnsanlar televizyonlarda ve sosyal medyada çılgınlar gibi füze rampaları, hava savunma sistemleri ve nükleer tesis koordinatlarını konuşuyor. Daha derinde tanıklık ettiğimiz şey ise savaşın simülasyona dönüşmesi ve teknolojinin ahlakı felç etmesi. Ayrıca haklı savaşın yokluğunda bir sağduyu, akıl ve vicdan krizi yaşanıyor. Önce ilk meseleden, yani simülasyondan başlamak istiyorum.
Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı post-modern dünyadaki hakikat kaybını kavramlaştırmak için ortaya atılmıştı. Düşünüre göre insanların hakikatle ilişkisi geri dönüşü olmayacak bir şekilde yapıbozuma uğramıştır. Klasik dünyada şeylerin bir gerçek halleri, bir de kopyaları vardı. Ancak seri üretim çağının yarattığı tüketim koşullarında asıl ile kopya arasındaki bağ koptu. Kopyaların kopyaları, o kopyaların da başka kopyaları üretildi. İlk, asıl ve töz belirlenemez hale geldi. Bu sürecin vardığı yer ise hiper-gerçekliktir.
İnsanların somut dünyayla ve somut insanlarla bağlarının azalması, hayatın kurgulanmış sanal bir evrende kendini devam ettirmesi hiper-gerçekliğin patolojik normalliğini ifade etmekte. Baudrillard savaşları anlatırken de simülasyon tezine başvurdu. Birinci Körfez Savaşının medyada ifade edilme biçimi savaşın seçili görsellerden oluşmuş kurgusal anlatısına iyi bir örnekti. Rampalarından fırlatılan füzeler, füzelerin isabet ettiği yerlerde yükselen dumanlar ve ölen insanların dijital gerçekliği savaşın temsili anlatısını karakterize etmektedir. Savaş teknolojisi ilerledikçe insanları öldüren insansız savaş araçları daha da ön plana çıktı.
Bugünün dünyası insanların savaşa ve ölüme yabancılaştığı bir dünya. Her........
© Daktilo1984
