menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Depresyon ve Benjamin’in Tarih Meleği

13 0
13.03.2025

İnsanlar düşlerinin peşinde koşarlar, ancak düş kırıklıklarıyla ilerlerler.

Lacan

Depresyon ister iç dünyaya aktarılmış artık orada sürdürülen bir çatışma, ister düşünce süreçlerinde bir bozukluk, ister öğrenilmiş çaresizlik olsun yaşamın içinde yaşayan ölüler yaratır. Psikanaliz depresyonu kayıpla bağlantılı okur. Zaten bunu Freud’un Yas ve Melankoli makalesinin başlığına yerleştirdiği yas sözcüğünden hemen çıkarabiliriz.[1] Yas kaybın yasıdır. Kayıp yelpazesi hayat kadar çeşitlidir. Sonrasında bu kayıplardan bir tanesinin iyi bir tarifi de Agamben’den gelecektir. Freud’un makalesi üzerine yaptığı bir okumada kaybı ‘hayali kapasitenin kaybı’ olarak adlandıracaktır.[2] Bu direk artık kısa bir devre ile içeri çekilmiş bir kayıptır. Benim hayatımın kaybı; kendimde gerçekleştiremediğim arzumun kaybı; kendimde potansiyel olarak var olan ama gerçekleştiremediğim hayatımdır. O yüzden de Agamben’e göre de en değerli kayıp nesnem olur. Bu kayıp hayatım hiç yaşanmadığı için Calvino’nun deyimiyle ‘geçmişimin kuru dalları’ndan birine dönüşür.[3] Ona yönelik bir bakış varsa o da yeşerip yeşillenmek yerine solarak kurumuş olduğudur.

Freud ikinci adımında dolaylı olarak kaybın hala burada olduğuna işaret eder. Bu tıpkı bastırılanın her zaman bastırılanın geri dönüşü olması gibidir. Muhatabımızı hep geri dönüşünde tanırız. Söz konusu kayıp olunca da onu hep gidişinde tanırız. Hatta üstüne bir de asıl karşılaşmamızı gidişinde yaşarız. Bütün tanımalarda aklımız hep sonradan gelir başımıza. Minerva’nın baykuşu hep alacakaranlıkta uçar. Bu sonradan gelen alacakaranlıkta kaybın gölgesi öznesinin üstüne çökecektir. Ona rengini verip, ilerlemesi devam ederse onu işgal edip yutacaktır. Ölümü nihayete erdirilmeyenlerin ardında bıraktıklarını peşlerinden sürüklemeleri hiç de az değildir. Kayıp sanki şekilsiz büyük bir boşluk olarak, varlığına kavuşmak için musallat olduğu bedende cisimleşmeye çalışır. Kaybımla devam eden çatışmamda geriye ruhuma çöken bir hayalet kalır. Bunu iyi görenlerden biri olan Derrida şöyle yazacaktır: ‘’Psikanaliz bize şunu öğretti; ölü biri, ölü bir ebeveyn mesela, bizim için yaşayan bir ebeveynden daha canlı, daha güçlü, daha korkutucu olabilir. Bu bir hayaletler problemidir.’’[4] Travma sonrası stres bozukluğunun göstergelerinden biri olan, olayın bir tür tekrarı olarak kendini gösteren gece rüyaları/karabasanları, onu yaşayan kişiler için şimdiki hayatlarının hepsinden çok daha korkutucu ve katlanılmaz gelebilir. Sırf onunla karşılaşmamak uykudan kaçıp dururlar. Lacan bunu çok öncesinde Freud’un ‘baba görmüyor musun yanıyorum’ rüyasında görecekti. Rüyalarımız, fantezilerimiz gerçekliğimizden daha canavarca bir hale gelirler. Artık içinde duramadığımız şey ruhsallığımız olur, çünkü bize gösterdiği şey asıl katlanamadığımızdır. Freud’un rüyasının modern bir versiyonunun işlendiği 2016 yapımı Kenneth Lonergan’ın filmi Manchester By The Sea (Yaşamın Kıyısında) filminde baba karakteri Lee Chandler benzer bir rüya görür. Kendi ihmalinden kaynaklı evinde çıkan yangın nedeniyle yavrularının ölümüne yol açan babaya, Lee’ye, rüyasında kızlarından biri ona ‘baba görmüyor musun yanıyoruz?’ diye sorar. Tam o an Freud’un rüya teorisinin birebir uygulamasına denk gelecek şekilde ocakta unutulmuş yemeğin yanması sonucu evi duman basmıştır ve alarm devreye girmiştir. Tıpkı Freud’un hastasının gördüğü rüya anında gerçekte oğlunun cenazesinin üstüne devrilmiş ve yangına neden olmuş mum gibi. Filmin bir diğer iyi yanı da kolay bir cevaba kaçmaması; kaybı ve yası açık bırakarak bitmesidir. Bazı hataların pişmanlığı ve bazı yasların imkânsızlığı bir ömür boyudur. Hakikat o kaybın inkârında yeşillenmez, aksine varlığının kabulünde hayat bulur.

Hayaletler aynı zamanda zamanın bozulduğunun göstergeleridir. Bilinç zamana ihtiyaç duyar. Bunu Kant’tan biliyoruz. Geçmişiniz, şimdiniz veya geleceğiniz tehlikede ise bilinç sarsılır. Bilincin zaman zemini kaydıkça onun yerine başka şeyler türer. Geçmiş şimdiyi ele geçirdiğinde geleceği de kapatır. Depresyon bir başka deyişle artık geleceksiz bir dünyanın sakini olmaktır. Depresyonla kaygı arasında meydana gelen kısa devre de burada ortaya çıkar. Bitmiş, tükenmiş, kapanmış bir gelecek, bana yok oluşumun kesin bir ihtimali olarak kendini hissettirdiği için kaygıya kapılırım. Kaygım bana sinyal verir. O olmayan gelecekte sen de olamayacaksın diye beni uyarır. Depresyon ile kaygı arasında ilk bakışta görünmeyen o bağ, tam da geçmiş ile gelecek arasındaki bağın kırılmasından kaynaklanır. Akış bozulduğunda kayıp olarak geçmiş geleceği de kendisi gibi mutlak bir yitiş olarak kurar. Geçmiş böylece tüm zamanları ele geçirir.

Depresyon bir dip dalga hareketidir. Düşünce süreçlerimizdeki bozulmanın ötesinde bir derinlikten temel alır. Fargo (2014) dizisinin 3. Sezonunda kardeşler arasındaki çatışma sonunda bir ölümle sonuçlanır. Kabil Habil’i çağrıştırır bu bize. Fail olan kardeş sonunda suçunu itiraf ettiğinde şöyle bir şey söyler: ‘‘Ben onu 30 yıldır öldürüyordum. O gün sadece düştüğü gün oldu.’’ Bozulan düşünce süreçlerimize gelene kadar birçok şey bozulmuştur. Düşüncelerimizin çarpık hale gelmesi nihayetinde sadece düştüğümüzün göründüğü son an olur. Bu sanki bizde var olan ve her şeyi yönettiği zannedilen homonculus’un (beynin içindeki küçük adam) bir an kendini kaybetmesi, yanlış görmesi, yanlış inanca sapması gibi gözükür. Tepede biri varsa bile onu tutan ve yürüten alttakilerdir. Bu efendilerimizin bizim........

© Birikim