menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ekolojik İmparatorluk ve Antroposen: Osmanlı’dan Sanayiye Uzanan Bir Hikâye

20 1
13.09.2025

Tarih çoğu kez savaşların, siyasal dönüşümlerin ve büyük liderlerin hikâyesi üzerinden okunur. Oysa coğrafyaların ve bu coğrafyalarda hüküm süren toplumların kaderini belirleyen daha derin bir damar vardır: insanın çevresiyle kurduğu ilişki. Bu ilişkiyi adlandırmak için kullandığımız kelimeler bile çağlara ve kültürlere göre değişir. Osmanlı kaynaklarında sıkça rastlanan ‘tabiat’ kelimesi, bugünün Türkçesinde çoğu kez ‘doğa’ ile karşılanır. Ancak bu basit bir çeviri farkı değildir; insanın dünyayı kavrayışındaki köklü bir dönüşümün izini taşır. Tanzimat sonrası ve modernleşme dönemlerinde Batı dillerinden alınan "doğa" kelimesi, özellikle fizik ve biyoloji gibi bilimsel alanlarda "tabiat" ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır, ancak geleneksel Osmanlı anlatımında "tabiat" ön plandadır.

İklim değişikliğinin medeniyetlerin kaderini nasıl belirlediğine dair örnekler çok daha eskiye uzanır. Akkad Kralı Naram-Sin’in (M.Ö. 2250) kuraklıkla birlikte çöken imparatorluğu ya da Roma’nın yükseliş dönemine denk gelen iklimsel optimum, çevresel dalgalanmaların insanlık tarihindeki belirleyiciliğini gösterir. Voltaire’in 18. yüzyılda yazdığı gibi, “İnsanları en çok meşgul eden üç şey iklim, hükümetler ve din”dir; üstelik Voltaire iklimi ilk sıraya koyarak zamanının ötesinde bir tespit yapmıştı. Bugün Peter Frankopan’ın Dönüştürülen Dünya (The Earth Transformed) kitabı[1], iklim ve çevresel faktörlerin yalnızca arka planda değil, doğrudan tarihin aktörlerinden biri olduğunu güçlü örneklerle hatırlatıyor. Ani ekolojik şokların imparatorlukları nasıl sarstığını, tarım devriminin Holosen iklim koşullarına nasıl yaslandığını ve modern insanlık çağının aslında doğa ile sürekli bir müzakerenin ürünü olduğunu ortaya koyuyor.

Bu küresel örnekler, iklimin yalnızca doğal bir arka plan değil, tarihin bizzat kurucu bir aktörü olduğunu gösteriyor. Aynı mercekle mesela Osmanlı’ya baktığımızda, “tabiat” kavramının imparatorluğun gündelik işleyişini ve siyasal düzenini şekillendiren temel unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.

Osmanlı çevre tarihçiliğinde “tabiat”, yalnızca felsefi bir kavram değil; köylünün gündelik emeğini, iklimin ritimlerini ve devletin idari kapasitesini doğrudan şekillendiren maddi bir zemindi. Nil’in taşkınları, Anadolu’daki kuraklıklar ya da Balkan ormanlarındaki odun üretimi, hem köylünün hem de devletin hayatta kalma stratejilerini belirliyordu.

“Tabiat”, Osmanlı’da ve erken modern dünyada, imparatorlukların yönetiminde somut bir gerçekliği ifade ediyordu: sulama kanallarının akışında, mahsulün veriminde, hayvan gücünde ve vergi defterlerinde. Batı yazınında da aynı dönemde kullanılan nature kavramı, natural history (doğa tarihi) ve natural philosophy (tabiat felsefesi) içinde, insandan ayrı bir yüceltilmiş alan değil; gündelik yaşamı, siyaseti ve iktidarı şekillendiren maddi bir zemindi. Avrupa’nın kolonizasyon tarihinde doğa tarihi bileşenleri doğrudan ekonomik bir geçim kaynağıydı.

Sanayi devrimi ve romantizmle birlikte bu kavrayış değişti. Nature giderek kaybedilen ve korunması gereken ayrı bir alanı, yani bugünkü anlamıyla “doğa”yı işaret etmeye başladı. Antroposen tartışmalarında ise “doğa” artık dışarıda duran edilgen bir çevre değil, insanın jeolojik bir fail olarak içine yazıldığı tartışmalı bir kavramdır. Bruno Latour’un “doğa diye bir şey hiç olmadı” sözü ya da Donna Haraway’in natureculture önerisi, bu kırılmanın felsefi boyutunu özetler.

Bu nedenle Osmanlı Mısır’ını incelerken “tabiat”tan, Antroposen’i tartışırken ise “doğa”dan söz etmek yalnızca tarihsel sürekliliği değil, kavramsal kırılmayı da görünür kılar. Alan Mikhail’in çalışmaları[2], işte bu ikiliğin eşiğinde duruyor: Nil’in taşkın döngüsünü yöneten köylülerin emeği ile, bugünün küresel çevre krizleri arasında düşünsel bir köprü kurmamıza imkân sağlıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki döneme bakmak, Osmanlı’nın çevresel dalgalanmalarla mücadelesindeki kırılganlıklarını görmek açısından da ders niteliği taşıyor. Bu yazıda Osmanlı’nın ‘tabiat’la kurduğu bağı ekolojik bir mercekten okuyacak, ardından Avrupa’daki sanayi kırılmasının ve bugünkü Antroposen tartışmalarının bu hikâyeyi nasıl tamamladığını görmeye çalışacağım. Amacım, Antroposen’e uzanan tarihsel çizgide doğa ile kurulan ilişkinin nasıl yeniden tanımlandığını tartışmak.

Ekolojik İmparatorluk: Osmanlı’yı Bir Ekosistem Olarak Düşünmek

Ekolojik imparatorluk kavramı farklı tarihsel örneklere uygulanabilir; ancak Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Mısır bağlamında, bu yaklaşımı tartışmak için çarpıcı bir örnek sunar. Osmanlı tarihini anlamak için onu yalnızca siyasal-idari bir yapı değil, bir ekolojik imparatorluk olarak da düşünmek gerekir. Bu yaklaşım, imparatorluğu su, toprak, hayvan, insan ve iklimin birbirine bağlandığı karmaşık bir çevresel bütünlük olarak görmeyi önerir. Nitekim yakın zamanda Türkçe’ye çevrilen bazı önemli çalışmalar, Osmanlı Mısır’ını doğrudan bir çevre tarihi bağlamında incelemiştir (bkz. Alan Mikhail’in eserleri, dipnot 2).

Bu perspektif yalnızca Mısır için değil, Osmanlı’nın farklı bölgeleri için de geçerlidir: ormanların korunması için çıkarılan fermanlar, meraların düzenlenmesi, hayvanların yük gücü ya da tarım takvimlerinin iklime göre ayarlanması imparatorluğun çevresel bütünlüğünü ayakta tutuyordu.

İmparatorluğun ayakta kalması, tarlaların sürülmesine, kanalların temizlenmesine, Nil’in taşkın döngüsüne, hayvanların yük ve üretim kapasitesine, köylülerin bilgisini aktardıkları gündelik pratiklere bağlıydı. Bu ağlardan herhangi birindeki kırılma, yalnızca ekonomik bir sorun değil, doğrudan siyasi bir krize dönüşebilirdi.

“Ekosistem olarak imparatorluk” fikri, doğa ile iktidar arasındaki gerilimin en açık göründüğü alandır. Bu ekosistem yalnızca üretimden ibaret değildi; aynı zamanda iktidarın dağılımı, köylü emeğinin denetimi ve yerel bilginin merkeze çekilmesi demekti. Nil’in suyunu yöneten köylüler aynı zamanda imparatorluğu ayakta tutuyor, fakat aynı süreçte devletin vergi ve zorunlu emek politikalarıyla kuşatılıyordu.

Bu bakış, Karl Wittfogel’in “su despotizmi” tezinin ötesine geçer. Osmanlı Mısır’ında mesele, yalnızca merkezi otoritenin suyu kontrol ederek köylüyü boyunduruk altına alması değildi. Aksine, imparatorluk suyu, toprağı ve üretimi yönetirken köylülerin bilgisinden, hayvanların emeğinden, iklimin dalgalanmalarından bağımsız hareket edemiyordu. Bu nedenle........

© Birikim