menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ama İmkânları Fakat Fısıltıları

17 1
yesterday

Tanıl Bora’nın “Amalı Fakatlı[1] yazısını ama-fakat aralığında bir tartışma daveti olarak alıp yazıyorum bu yazıyı.

Yazı, “amasız-fakatsızlık yeminleri içip naralanmak yerine, ama’nın fakat’ın imtihanından geçmeyi” önerirken üç de somut konuya değiniyordu.

1)Yetmez ama evet (bu yazıda da bir boykotçu konuşuyor), 2)”Mine Söğüt’ün “insanlık evhamı” yazısının uyandırdığı linççi tepki”[2] ve 3) “Süreç.”

1 tarihsel bir referans, 2 ve 3 bugünün sıcak meseleleri. 2 numaralı mesele doğrudan edebiyatı ve sanatı ilgilendirdiği için o mesele ile başlayayım.

Şu varsayımla söz alıyorum: Hiç değilse bu yazı bir şeylerin kayda geçmesini sağlar başka bir şeye yaramayacaksa da. Böyle şeyler de bugünlerde memlekette düşünülmüştür kaydı düşer. En azından şunun: İnsanlar günün söylemlerine hâkim ama’sız dile hak verdikleri için sessiz değiller, ses çıkarmanın linçle sonuçlanabileceğini bildikleri için fısıldaşarak, kenarda köşede, güvenli olduğunu düşündükleri ortamlarda ama’larını fakat’larını birbirlerine döküyorlar. Ama’lar fakat’lar azalmıyor daha da çoğalıyor ve fokurduyor ama kamusal alanlarda değil, mutfaklarda. Tanıl’ın yazısı mutfaktan kamusal alana bir pencere denemesi gibi de geldi, ve insanın o zaman pencereden pencereye konuşası geliyor.

Tanıl linç kavramı üzerine çok çalışmış, üretmiş biri olarak terimi kullandığında bir durup dikkate almak gerekiyor. Yoksa bugün linç terimini kullanmak bile linçlenme sebebi olabilir, dolayısıyla güvenli ortamlarda kullanılıyor bir tek. Ben mesela şimdi kullanırken risk aldığımı düşünerek geriliyorum. Tanıl kadar konuyla ilgili çalışma yapmış değilim, sansür üzerine çok çalıştıysam[3] da linç ehliyetim tam yok. Acaba lunaparkçı aniden bütün arabaları durdurup beni bindiğim çarpışan arabadan indirir mi diye aklımdan geçiyor.

Ama zaten fısıldaşılan şeylerden başlıcası “tartışmanın imkânsızlığı”. Hiçbir şeyi hem de. Tartışmayı istemenin kendisi suç olarak –suçluyu kollamak olarak veya suçlanılan kişiyi aklamak olarak, yani aklanabileceği bir sürece izin vermenin sorumlusu olmak olarak– lanse ediliyor. Dolayısıyla keskin olan şey taraflar. Taraflar var ve taraflar arasında seçim yapmak gereken bir sahne oluşturuluyor ve her tür tartışmaya dönük adım çok sert karşılanıyor. Mine Söğüt’e yapılanın aynı zamanda bir gözdağı verme, yıldırma hamlesi olarak da düşünüldüğünü gözlemliyorum. Çünkü linççilerin en korktukları şey kanguru mahkemesinin süreçli bir mahkemeye dönüşmesidir. Açacağım bu terimi ve metaforu birazdan. Özetle, bir kadın, en makul, sakin, kapsayıcı bir dille üstelik –ve dahası tanınmış, sevilen, iyi bir kadın yazar– konuyu tartışmaya açmaya kalkarsa bile linçlenir, ve siz geri kalanlar, ey siz diğerleri –hele ki erkekler– sakın ağzınızı açıp da bir şey tartışmaya kalkışmayın. Uslu uslu tarafınızı seçin; ya bizim arkamızda durun sessizce ya da karşımızda ezilin. Üçüncü bir pozisyon hayal etmeyin. İzin vermeyiz. Bak Mine’ye bile izin vermedik.

“Mine Söğüt’ün “insanlık evhamı” yazısının uyandırdığı linççi tepki”yi dehşetle takip ettiğim günlerde, neydi ya bu linç teriminin kökeni diye merak etmiştim. Tanıl’ın da dediği gibi, etimolojisiz olmaz.

Evet, en yaygın referansa göre[4] “linç” sözcüğü 18. yüzyıl sonlarında Virginialı yargıç Charles Lynch’ten geliyor. Lynch, Amerikan Bağımsızlık Savaşı döneminde (1770’ler) “vatan hainleri” olarak görülen kişilere mahkeme kararı olmadan ceza uygulayan bir yargıç. Bu “hızlı, delilsiz, yargısız infaz” tarzı daha sonra “Lynch’s Law” (Lynch Yasası) olarak anılmaya başlıyor. Zamanla isim fiil hâline geliyor, to lynch = yargısız biçimde cezalandırmak (çoğunlukla öldürmek) anlamında kullanılıyor.

Benim için buradaki özet şu: Bir yargıç var ama bir yargılama yok. Yargılananın hangi tarafta olduğuna karar veriliyor, yanlış taraftaysan biletin kesiliyor – tanıdık geldi mi? (Siyasi mahkumlarımızın durumunu dünyaya anlatmaya çalışırken hep bu vurguyu yapmıyor muyuz?)

Lynch adlı beyefendinin simgelediği sistem net işliyor. Uzatmadan. Ama’sı fakat’ı yok. Tak tak. Bu tarihsel kökeni öğrenmek, günümüzdeki kullanımında bir isabetsizlik olmadığını düşündürüyor. Hatta işin ölüm cezasına gitmesi bile abartı değil; sonuçta intiharlar yaşandı bu süreçte –benim bilebildiğim 2 kişi– ve sivil ölüm talebi zaten ayan beyan yapılıyor. Linç sözcüğünün etimolojisine bakarken bir de metafor düştü önüme. “Kanguru mahkemesi” deniyormuş bu tip düzmece mahkemelere. İki anlamda: Birincisi insan mahkemesinde olacağı gibi yargılama süreçleri yaşanmıyor. Kanguru gibi zıplaya zıplaya veriliyor kararlar büyük bir hızla. Suçlandı, tarafı şu, suçlu, bitti / sıradaki / suçlandı, tarafı şu, suçlu, bitti / sıradaki vs. vs. İkinci olarak, kanguru kesesine bir gönderme varmış bu metaforda, yargı sonucu zaten mahkemenin kesesinde hazır anlamında. Yargılama sırasında bulunacak birşey değil, merak edilmiyor hakikat, ‘hakikat’ önden yazılmış, baştan hazır ve kangurunun kesesinde gizli.[5]

Bu yazının özetini çıkaracak yapay zekânın işini kolaylaştırayım, meramım şuna işaret etmek: Aslında gereksinim duyduğumuz şey basit. Tartışmanın, sürecin gerçekten yaşandığı, hatta yargılamanın gerçekten yapıldığı, düzmece olmadığı sahici agoralar. Tartışma talebinin yanlış tarafta olmak olarak görülüp susturulmadığı, şeytanın avukatlığını yapmanın sıradanlaştığı sahneler.

Torba yasa geçirir gibi olaylar, insanlar, sek sek sektirildi bu süreçte. İktidarı ötekileştiriyoruz ama aslında ondan çok da farklı biçimlerde iş görmüyoruz. Benim en sevindiğim şeylerden biri AKP’nin koyu İslamcı damarı. Maazallah laik olsalar, oy oranı yüzde 80-90 bandında olacak. Ahlakçılığımız, aforozculuğumuz, yönetimde karar mekanizmalarını saklama eğilimimiz, yönetimin opak olduğu iş yapma biçimimiz, ortak suçları işlerken bir şey olmuyor gibi davranma şeklimiz, korku ve hınç üzerinden kolay manipüle edilişlerimiz, ortak kültürümüzün parçaları hep.

Aşağıya ek olarak kitap tanıtımı tadında kendisiyle ilgili küçük bir yazıcığımı da eklediğim Mary Beth Willard’ın Why It’s OK To Enjoy The Work of Immoral Artists kitabı sözgelimi, bir felsefeci gözüyle yazılmış olmasının da sayesinde, kategorik olarak tartışmaya açmaya çalışıyor meseleleri.

Willard bir yerde mevcut linçlemelerin üç hukuksuzluk tipi ürettiğini söylüyor: farklı ağırlıkta suçlara aynı cezanın kesilmesi, suçun takip edilmemesi, yani keyfilik, ve bitimsizlik, onarıma yer olmaması, cezanın sonlanmaması.[6]

Sanatla ilgiliyse bir başka sorunumuz daha var. Sanatçının davranışlarının erdemsiz olduğuna ve linçlenmesi gerektiğine karar verdiğimiz anda eserlerini yasaklamanın normalleştirildiği bir süreçteyiz. Kitapları toplatılabilir, yayımlanmayabilir, eserlerinden tiyatro sinema uyarlamaları yapılacaksa yapılmaz, eserlerine dipnot verilmez, etkinliklere çağrılmaz, antolojilere konmaz, anılmaz, unutturulmaya, böyle bir yazar, böyle bir sanatçı hiç olmamış gibi yapılmaya çalışılır ve bu çaba normalleştirilir; böyle bir yönetmen hiç var olmadı, böyle filmler hiç çekilmedi, böyle şiirler hiç yazılmadı, böyle fotoğraflar hiç çekilmedi gibi yapmayı sıradanlaştırırsınız. Buna katılmak katılmamaktan daha normalmiş gibi, yani lince katılmak katılmamaktan daha normalmiş gibi davranılır. Tabii eserin kendisinin ikame edilebilirliği de netleşmiş olur. Eğer bir sergi için seçtiğim bir eser, bir yayınevinin kataloğuna eklediğim bir roman, bir antolojiye aldığım bir şiir, üreticisi erdemsiz kabul edildiği anda (ki bu sözgelimi Çin’de Kültür Devrimi [1966–1976] sırasında başka gerekçelerle yapılıyordu şimdi başka gerekçelerle yapılıyor Batı’da ve Türkiye’de [#metoo gerekçelerimiz Batı ile ortak ama Ukrayna-Rus gerekçelerimiz tam uyuşmazken İsrail-Filistin gerekçelerimiz zıtlaşabiliyor], yarın başka gerekçelerle yapılacak) iptal edilebiliyor ve yerine kolaylıkla başka bir eser, roman, şiir konulabiliyorsa tüm sanat eserleri aslında ikame edilebilir demektir. Orada olmaları keyfidir demek ki. Eserden kaynaklanan bir sebebi yoktur. Koşullara iyi uyduğu, soğuk savaş döneminde Parti’yi iyi desteklediği veya günümüzde olduğu gibi, mevcut hâkim kültürel kodlarla birebir uyumlu olduğu ve bu anlamda zararsız olduğu için oradadır ve üreticisi en ufak bir pürüz çıkarırsa yerine başka bir eser alınabilir ve bu hiç bir soruna, eksikliğe yol açmaz. Bir sürü şey konuşulur da “bir dakka bu eseri, siz çok beğenmiyor muydunuz, şimdi artık beğenmez mi oldunuz, ne oldu, daha önce beğenmenizin de aslında fazla bir kıymeti harbiyesi yok muydu, aslında sadece yazarı uyumlu olduğu için mi övüyordunuz romanlarını,” denmez. Yoksa en azından bir yas süreci yaşanması gerekirdi, “yüreğime taş bastım” demeliydi okurlar, sanat izleyicileri, sinemaseverler. Yas süreci yaşamak yerine “aman n’olucak, öbür eseri koyarım yerine oldu bitti” der gibi bir havamız var. Demek ki en başta o eseri oraya koymamızın da öyle çok özel bir sebebi yokmuş.

Mao’nun Küçük Kırmızı Kitap’ındaki düşüncelerle uyumsuz görülenlerin hedef alınması, tasfiye edilmesi, linçlenmesi ile ilgili metinler okuyorum gerçekten, bugünü daha iyi anlamak ve sonrasını biraz olsun öngörebilmek için. Kavramak zor geliyor yer yer çünkü bu kültürel hezeyanı.

Ne ilginç değil mi, sanata böylece markanın boykot edilebileceği herhangi bir ıslak mendil gibi davranıyoruz. O ıslak mendil firması yandaş, onu almayıp bunu alalım. Ve benzer şekilde o romanı yazan romancı günün standartlarına göre iptal edilesi/bitirilesi, onu bırakıp öbürünün yazdığını alalım. Sonuçta hepsi aynı ıslak mendil, ne farkedebilir. Kime para kazandırdığımızı seçiyoruz sadece.

Daha da ilginci, sanatsal ve ekonomik erdemsizlikler ortaya saçıldığında hiç de aynı şekilde linç konusu olmuyor. Üzerinde bile fazla durulmuyor ve açıklanabilir bulunuyor ve anlayışla karşılanabiliyor. Yeni işler, konumlar........

© Birikim