menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Modern Zamanların En Sarsıcı İcadı olarak Marksizm

16 1
27.10.2025

Marksizmin İcadı’nda Christina Morina bazısı hayatının bir bölümünde bazısı son nefesine dek kendisini Marksist sayan ver her halükarda “dünyayla meşgul olan” dokuz ismin kişisel tarihi üzerinden bir kuşağın tasvirine girişiyor. Tasvir ve tasnifin bir arada olduğu kitapta izi sürülenlerin çoğu Marksist literatürü bilenler bakımından tanıdık: Karl Kautsky, Eduard Bernstein, Rosa Luksemburg, Victor Adler, Jean Jarues, Jules Guesde, Peter B. Struve, Georgi Plehanov ve Lenin. 1845-1870 arasında Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa ve Rusya’da doğan sekizi erkek dokuz isim, onları özveri hareketi olarak tanımlayan yazarın nazarında “Marksizmin entelektüel kurucu neslinin mensu”pları ve aynı zamanda “Marksizmin altın çağı”nın şekillendiricileri. Adı geçenlerin “havari” addedilmesi mümkün. Yine de bizdeki sahabetabiyyun ayrımı daha iyi karşılayabilir onların serüvenini. Bazısı Marx ve Engels’i değil onların terekesine sahip çıkanları tanır. “Sonuna kadar devrim” kararlılığıyla yaşamış, biri devrime liderlik ederken diğeri aynı uğurdaki mücadelesi sırasında trajik biçimde öldürülen Lenin ve Rosa mesela, bu bahiste tabiyyuna dahil.

Hangi sosyal çevreye doğdular, nasıl yaşadılar, ne düşündüler, neden Marksist oldular, kişilik yapıları hangi olaylarla inşa edildi, bireysel hikayeleri ne tür virajları aldı, birbirlerinden nasıl ayrı düştüler? Kimi zaman epey öznel yorumlarla inşa ediliyor dokuz ismin tarihi “(A)na karakterlerin basılmış-basılmamış mektupları, günlükleri, notları çizimleri ve otobiyografik metinleri kadar yayımlanmış konuşma ve yazılarına da atıf”ların da yardımıyla. Dünyaya devasa bir merakla bakan, çok okuyan birer “irade seçkin”i herbiri. Sol literatürde karakterlerin siyasal pratikleri odağa yerleştirilirken kişisel serüvenlerine, şayet kahramanlık hikayesi çıkarılamıyorsa, pek iltifat edilmedi. Kat ettikleri yolları bilmeden genel geçer yargılardan ötesine varmak güç oysa. İnsanların yazdıklarıyla yaptıklarının nasıl yaşadıklarından koparılamayacağını düşünenler için keyifli birer kaynak biyografiler. Tek tek kişilerin kuşakların, hatta çeşitli ülkelerdeki Marksistlerin neden öyle değil de böyle davrandıklarını kavramak için yardımcı oluyor aktarılan bilgiler. Anne adayının hamileliği süresince aldığı ilaçlardan ev ortamına, çocuğun doğduğu iklime kadar pek çok ayrıntı insanın karakterine etkide bulunurken biyografik detayların üzerinden atlamak, onların duygu dünyalarına ilgisiz kalmak çok şey kaçırmak anlamına gelebilir. Devrimcilik seçeneğine yönelmek pek “olağan” bir davranış sayılmayacağına göre kitapta adı geçen dokuz ismin neden böyle zahmetli bir yolu seçtikleri, karar süreçlerinden önceki yaşamlarını da kapsayan yazı ve yorumları aktaran yazar aracılığıyla anlaşılır kılınıyor. Marksist hareketlerden uzaklaşanların neden uzaklaştıklarını yine oralara bakarak iyi kötü kestirmek mümkün. Genellikle devrimci, sosyalist, Marksist olmalarına yol açan dikkatler, arzular veya beklentilere benzer sebeplerle oralardan uzaklaşır insanlar. Çalışmanın kapsamı bu çıkarımı doğruluyor.

Marksizmin İcadı’nda dağınık düzen görünen detayların tamamı karakterleri ve serüvenlerini anlamaya dönük olduğu için yığma bir yapıyla mücadele etmek zorunda kalmaz okur. Biraz da yorum ve inşanın iç içe geçirilmesi sayesinde. Mektuplar böyle bir ikili faaliyet için zengin malzeme sunuyor. Kamusal alanda görünen imzaların bir başka yüzüyle, genellikle kendi gerçek kişiliklerine daha yakın görüntülerle karşılaşırız mektuplarda. “General Engels” mesela, Marx’la yoldaşlığının otuzuncu yılında, o sıra yetmiş dört yaşında olan ve aralarındaki ilişkinin bittiğini, Engels’in o işlerden uzaklaştığını zanneden annesine yazarken terbiyeli ama bir o kadar kararlı bir çocuk gibi davrandığı çeşitli kaynaklardan okunurken keyif alınabilir örneğin. Yeterince radikal bulunmamış olan Jarues’in barışı savunduğu için 1914’te suikasta kurban gitmesine kadarki hayatından haberdar olmak bir o kadar ilginç. Engels’in, insan tanıma yeteneğine işaret eden satırları okumak, kalibresi hakkında fikir sahibi olmaya yeter. Bunlardan biri Paris Komünü döneminde Marksizmle ilişkilenen, Marx’ın Fransa’da taraftar bulmasını sağlayan Guesde hakkında Bernstein’e mektubu. Bir tür erken uyarı niteliğinde şu ifadeler: “Guesde’in başka yanlışları var. Bunlardan birincisi her dakika devrim kelimesiyle yatıp kalkmak gerektiğine dair Parisli batıl inancı. İkincisi sınır tanımayan sabırsızlığı. Sinirsel bir rahatsızlığı var, daha (36 yaşında) çok yaşamayacağına inanıyor; haliyle şimdi, şiddet yoluyla da olsa doğru dürüst bir şey yaşamak istiyor. Bazı şeyleri mahveden abartılı eylem dürtüsü işte buradan ve marazi heyecanından kaynaklanıyor.” Bahsedilen Guesde’yi, çok sonra Fransa’daki hükümetin savaş bakanlığında göreceğiz.

Victor Adler’in kekemeliği, çocukluğunda antisemitizme maruz kalışıyla kekemeliği arasındaki ilişkiyi, Marksistken iyi bir hatip olmasıyla politik aktivitesi arasındaki bağı düşündürür. “(O)on beş kez takdir ve dört kez teşekkür belgesiyle ödüllendirilen okul eğitimi esnasında, yaklaşık 1884/85 yıllarında Varşova’daki devrimci yer altı örgütünde faal”iyet yürüten Rosa Luxemburg ile abisi Çar’a karşı suikast girişiminden dolayı öldürülen ve “gerçeğin gözünün içine bakmaktan korkmayı yüz kızartıcı bir ödleklik” sayan Lenin’in sürgün ve hapisliklerde akrabalarıyla ilişkilerini sürdürmeleri, Rosa’nın bir seferinde aile imkanlarıyla hapisten kurtulduğunu ortaya koyan bilgiler onları ikonlaştırma eğilimine karşı yeniden insanlaştırma çabası sayılabilir. Ayrıca Lenin’in mültecilik hayatının trajikleştirilemeyeceğini, çoğu zaman elverişle şartlarda yaşadığını bilmek ve bu arada devamcılarının tek bir kelimesi üzerinden bir bardak suda fırtına kopardıkları makalelerin hangi şartlarda yazıldığını okumak da muhtemelen buna yarar. Yazarın söz konusu ilk kuşak hakkındaki kanaatini buraya ekleyebiliriz: “(K)aynaklar nadiren dünyayla diyalojik bir bağıntıya işaret eder çoğu zaman sefillerin sefaleti hakkında konuşuyorlardı, sefillerin kendisiyle değil.” Devrim molasından sonra bürokratik kuntlaşma başlayınca, aynı tavrın benzer biçimlerle sürdüğünü teyit edebilecek sonsuz veri bulunabilir.

Genel olarak alınan akademik eğitimle Marksist hareket içindeyken ağırlık verilen meseleler arasında, hiç değilse düşünüş biçimi arasında, türlü etkileşimler kaçınılmaz. Marksist hareketlerdeki iktisat eğitimi almışların analizlerine ve bakış açılarına bakmak kafi. Hiyerarşik-bürokratik parti örgüt formlarında bu gibi eğilimler diğerleriyle harmanlanınca bir ölçüde silikleşir ama anladığımız manada parti ve örgüt olmayan on dokuzuncu yüzyıl Marksist hareketlerinde kişisel eğilim veya meziyetler yazılarla eylemlere daha doğrudan yansıdı. Banka memuru Bernstein’in on beş, mühendis Plehanov’un on iki kardeş olması, Çek milliyetçisi babayla çokdilli annenin oğlu Kautsy’nin işçilerce genellikle kibirli bulunması da bir şeyler söyler. Adler’in, dönem boyunca Marksistlerin yegane otoritesi konumundaki Engels’e yazdığı mektuba göre “Kaustky ‘sıradan eğitimsiz insanlara dönük küçümseyici tavrını’ nasıl gizleyeceğini hiçbir zaman bilememiştir”. Saptama mı, ihbar mı, rapor mu orası karışık ama kişiler arasındaki fiziksel mesafe, temel iletişim aracının mektup olması ve Engels’in yaşlılığı bu gibi değerlendirmelerin satırlar boyu sürme vesilesi. Otorite sayılmayı arzulayan Kautsk’nin, Marksistliği bir tür kariyer planlaması saydığını okurken başka bir yüzüyle karşılaşırız: “(B)ilhassa Engels’le 1880-1894 yılları arasında kurduğu kişisel temas sayesinde kurucu babaların yakın çevresine girmenin bir yolunu bulmuştu, bu ilişki ölümleri sonrası Marx ve Engels’in idareciliği mevkiyle taçlanacaktı.” İlişkisini başka bağlarla güçlendirmeye çalıştığını hissettiren gülünç bir detay: “1881 yılında Londra’da Marx ve Engels’le ilk kez yüz yüze görüştü. Daha sonra annesine Marks’ın ne yazık ki o zamana kadar çoktan evlenmiş olan kızları hakkında ayrıntılı bilgi verecek”tir. Ama Marx elindekilerden pek az zekice iş çıkaran, basit konuları karmaşıklaştıran, vasat, dar kafalı ve ukala saydığı bu genci “gerisingeriye Engels’e sepetleye”cek. Buna rağmen bir mektupla babasını müjdeler muhteris, kendisini Marx ve Engels’in doğal varisi saymaktadır. Kautsky’nin bunları anne babasına yazması, onlar tarafından zafere, büyük adam olmaya, yarıştığı herkesi geride bırakmaya koşullanmasıyla ilgili herhalde, dolayısıyla bir türlü büyüyememekle. Hırslı olduğu ölçüde mutluluğu unutan biri izlenimi uyandırır anlatı boyunca. Lenin dahil hepsi, uzun yıllar böyle birinin peşinden gitmiş, onu göklere çıkarmışlardır. Hazin…

İlk gençliğinden itibaren asi tabiatıyla öne çıkan Luxemburg’un aksamasına yol açan yanlış tedavi edilmiş kalça çıkığı rahatsızlığının hikayesi de indirgemeci-düzleştirici olmayanlar bakımından boş ayrıntı değil. Karakterlerin tamamı belli bir aşamadan itibaren yaman hatip ve bu yetenek sahada bulunmakla ilgili. Unutmayalım biyografilerin “(H)içbirinde, bu Marksistlerin kendi kökenlerinden mutlak surette koptuğundan yani ailelerinden, arkadaşlarından, ahbaplarından ve orta üst sınıf yaşam tarzından tümüyle uzaklaşmış olduğundan bahsedilemez.” Sadece kitaba yansıyan ayrıntılar değil, karakterlerin geride bıraktığı mektuplar veya kendileri hakkındaki tespitler de değerlendirmeyi doğrular. Örnekse Sevgiliye Mektuplar’a veya Lenin’den Anılar’a bakılabilir. Her insanın zorlukları karşılama, güçlüklerle başa çıkma yöntemi başka ve bu tip farklılıklar kültürel geçmiş, kişilik yapısı gibi çeşitli etmenlerle beslenir. Buradan bakılırsa, Struve’nin Marksizmden uzaklaşması kadar Bernstein’in henüz marksistken nasıl bir kişilik örüntüsü sergilediği berraklaşır. Hain-kahraman ikiliği üzerinden şekillenen geleneksel yaklaşımın ötesine geçmenin gerekliliğini gösteren bir sebep daha.

İnsanların değişen düşüncelerini kişisel evrimleri eşliğinde okumanın tadına varmak hoş ve “Ede” olarak anılan Bernstein’in 1880’lerde “Parti içinde proleter devrim olasılığına artık inanmayan, hatta böyle bir düşünceyi tiksintiyle çoktan reddetmiş kişilere öfkesini sık sık” dile getirmesi, proletarya diktatörlüğünün o yıllarda bile cari bir tartışma olduğunu gösterdiği kadar “geçmiş zaman olur ki” babından, “Ede”nin radikalliğini anlatır. İçinde bulunduğu ilişki ortamında bitkin düşüp sinir krizleri geçirmiştir ayrıca. Dokuz kişinin hayatından bahsedilirken başkaları da zikredilmiş tabiatıyla. Engels’in “ekşi elmayı ısırdım,” diye andığı Anti Dühring çalışmasının öznesi Dühring’i sayfalardan birinde görünce eski bir tanıdıkla karşılaşırız. Ahbaplardan biriyle değil ama, hasım sayılabilecek bir uzak tanıdıkla. Christina Morina’nın aktarımı: “1871 yılında kaleme aldığı Ulusal Ekonomi ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi metninde ‘Sayın Marks’ gibi adamların ‘bilim terimini Yahudilerin aşağı üslubu’ ile ‘fena halde yozlaştırmasına’ ateş püsküren Dühring’in burnu büyüklüğü, iki ‘bakir Hegel’ci Marx ve Engels’in ona ‘Anti Dührin’le ağzının payını vermeye sevk eden bir meydan okuma olmuştu.” “Yahudilerin aşağı üslubu” söz konusu nüfusa dönük genel geçer yargıların yaygınlığını örnekliyor. Marks’ın bile ‘Yahudi sorununun çözümü insanlığın Yahudilikten kurtulmasıdır’ diyebildiği yıllar. Yasalar aleyhlerinde ayrıca, Marx ailesi protestan Hıristiyanlığa geçmese Karl okula devam edemeyecektir mesela. Bu arada ‘Ağzının payı’ ifadesinden, yazarın Dühring’e meydan okunmuş olmasından memnuniyet duyduğu fark ediliyor. Ancak o sıralar onların bakir Hegelciliklerinin sona ermesinin üstünden birkaç on yıl geçmiştir. Engels’in anılan Anti-Dühring’deki tavrı da alabildiğine alaycı, haşin, doğrudan, ‘bilimsel’ ve bana göre........

© Birikim