Bir Ömür Tetikte: Franco
Geçen yüzyılda solun gündeminde İspanya ağırlıklı olarak kaybedilen feci iç savaş ile yer tuttu. Sonrasında Franco tasallutu, ETA, aksiyoner sol gruplar, tarihsel Komünist Parti’nin bir türlü taban bulamaması gibi başlıklar nispeten az ilgi çekti. Muadili iki şefin, Hitler’le Mussolini’nin gölgesinde kalan Franco’nun yapıp ettiklerinin üstünde durulmadı pek, diğerlerinin aksine uzun süre yaşamayı başaran iktidarına “faşizm” denilip geçildi. Carlos Collado Seidel’in Franco biyografileri arasında gezinen biyografi çalışması “Franco” pek çok başlık hakkında düşünürken tartışma yürütmeyi sağlayacak bilgiler ve bazı ilginç detaylarla yüklü. İspanya iç savaşını idare edenlerden biriyken şansı, hırsı ve türlü tesadüfler sayesinde diğerleri arasından öne 1939’dan 1975’e kadar İspanya’yı kaskatı bir istibdatla idare eden Franco’nunki alelade bir hayat hikayesi. Baba mesafeli bir asker, masabaşı subayı. Bizde, denizci askerlerin diğerlerine kıyasla bir parça şefkatli oldukları inancı vardır ama Franco şefkatten nasiplenmemiş. Ömrünü devlet tapıncıyla katetmiş olması geçirmesi en belirgin özelliği.
Şeflik sistemini yaratıp hükümranlığını tesis edişi, sola karşı stratejisi, muhalefeti parçalı halde tutma başarısı kadar dine karış tutumu da dikkat çekici. Fanatik din karşıtlığıyla sivrilen Gobbels’in saf tavrı haricinde, Hitler ve eski komünist Mussolini bir biçimde dinle ilişkilenmiş, ruhban tabakaya türlü imkanlar tanımıştı. İki meşum diktatör nihayet birer “dava”nın fedaisiydi, din dahil kullanışlı ne varsa tamamını araçsallaştırmaktan geri durmadılar. 20. yüzyılda en uzun süre hakimiyetini sürdürme rekorunu hâlâ elinde bulunduran komşu diktatör Salazar’ın kişisel hayatında din var ama devlet çıkarı ne kadar izin veriyorsa dinin o kadar görünür olmasına müsaade etmiş. Din diyanet bilmeyen bir çocukluk ve dini kadınlara mahsus bir oyalanış sayarak geçirdiği ilk gençlikten sonra Franco İspanya iç savaşında dinin gücünü fark etmiş. O vakti kadar dinsel merciler kendisine sempati beslemediği gibi mesafe koymaktadır. Fakat komünistler ve anarşistler yardıma yetişerek kiliselerin darbecilerin yanında saf tutmasını sağlayacaktır. Cumhuriyet savunucularıyla “karşı devrimciler” arasında üç yıllık kanlı savaş yetmiş tarafları bazı bakımlardan birbirine benzetmeye. Savaş suçu niteliğindeki karşılıklı toplu kıyım bunların başlıcası. Apolitiklikle jakoben vurdumduymazlık müşterekinin paylaşıldığı direnişçi Cumhuriyet saflarında bir seferinde iki bin sivil ile asker öldürülürken darbecilerin emriyle çok daha fazla sayıda sivil ve savaşçının katledilmesi bunlardan biri.
Cumhuriyet bir tür öz savunma savaşında. Henüz tek adam olmayan ama o parkurda hızla ilerleyen Franco onlara karşı devlet gücünü kullanarak saldırdı da saldırdı. Savunma hattının kırılmaması için Sovyetler devreye girerek kadro yollayıp teknik destek sunacak, pratik etkisi sınırlı olmakla birlikte kıymetli bir girişim olarak Uluslararası Tugaylar gibi işlerle dikkatler oraya çekilecektir. Okuyanlar anımsayacak, “Dünya Devriminin Gezginleri” Türkiye solunun popüler edebiyatında birkaç marş ve şiirle yer tutan İspanya iç savaşına SB’nin müdahil oluşunun kapsam ve mahiyetine dair bilgiler içeriyordu. Ancak Enternasyonal dayanışmanın doğrudan ve dolaylı katkılarını sıfırlayan berbat bir şey oluyor orada: “Cumhuriyetçilerin egemenlik alanında, dindarlara yönelik acımasız takibat ve aralarında 13 piskoposun da bulunduğu binlerce din adamının sistematik olarak öldürülmesi” üzerine milliyetçi-darbeci kesim mücadeleyi din halesiyle kuvvetlendirmeye başlar. Piskopos, kardinal ne varsa tamamı Cumhuriyetçilere düşmanlık vaazı verdiği gibi, alt kademe papazlar arasında onları savunan, o saflarda yer alan din adamlarına karşı katı baskılar yer alır yürür.
Din adamlarını kapsayan saldırıların o yıllardaki komünistlerce pek önemsenmediği, genellikle hoşlanılarak, anlatılan şu kaba sahne yeterince açılıyor: “‘Papa da Hitler’i destekliyor’, demişler Stalin’e. O da ‘sahada kaç askeri var’ demiş. Ha ha ha.” Sonraki zamanlarda da tekrarlanan böylesi şımarıkların da yardımıyla Franco adım adım “Garbın Muhafızı” olma konumuna ilerleyecek, savaşın galipleri onu tecrit yaklaşımını benimsemesine karşın türlü manevralarla yaşam alanı bulup hareket sahasını genişletecekti. İç savaş ortamındaki din adamı cinayetleri hakkında “Ciddi bir vicdan çatışması içinde darbecilere karşı silaha sarılmış, hatta kendi piskoposlarının açık talimatlarına karşı komünistlerle ve anarşistlerle omuz omuza çarpışmış Katolik Bask milliyetçileri bundan bilhassa olumsuz etkilenecekti”, değerlendirmesinde bulunur Seidel. Bir ortamda apolitik-düz komünistlerimizle anarşistlerimiz varsa ne yapar eder kısa sürede karşı cepheyi büyütürler, artık eminiz. Komünternci olup olmamak sıradan bir detay yalnızca. İlericiliğin din karşıtı olmayı gerektirdiği saplantısı pek çok mahfilde karşılık bulmuştur ayrıca. Bize bakalım gözucuyla: Hacca gitmek fiilen yasak o yıllarda, hac farizasını yerine getirmek isteyen türlü hilelere başvurarak yurt dışına çıkabiliyor. Bazı camilerin önünde polis Türkçe ezan nöbetinde, Beyoğlu camii müezzinine papyon taktırılmış, Arapça okumakta ısrar eden bazı müezzinler akıl hastası muamelesi görüyor.
Dini bir ulusa raptetme arayışına Hıristiyanlık ve İslam tarihinde aşinayız. Dışarıdan bakanlar için asırlar boyu Araplıkla Müslümanlık bir aynıyken, aslında Türk demekle Müslüman olmanın bir ve aynı olduğu iddiaları yakın zamanlarda havada uçuşmaya başladı örnekse. Bu tip ulusçu-milliyetçi gayretler aynı inancı paylaşan başka uluslarda reaksiyona yol açma potansiyeli barındırır. Sözgelimi Almanya’da munis bir muhalefet yürüten Lutherci kiliseleri baskılayan, Yehova Şahitleri’nin yer yer Nazi kurallarını anlamsızlaştıran set karşı koyuşuyla cebelleşen Hitler’in gayesi, dinin devlet-millet özdeşliğini tasdik etmesi, nasyonal-sosyalizm prensiplerine tabi olmasıydı ki bu nispeten “mütevazı” bir hedefti. İspanya örneğinde Franco yerele saplanmaya ahdederken, varoluşu gereği evrensel karakterli dini yapılandırmaya çabaladı. Cumhuriyetçilere karşı savaşa katılan, darbecileri kutsayan vaazlar veren ruhban tabakanın Franco’ya bayılmaması, hatta ona mesafe koyması ulus merkezli din tahayyülüne muhalefet hissiyatı barındırıyordu. Direnişçiler din adamlarına uzanan katliamdan sakınsa mesafe kapanmayacak, piskoposluk dahil dini otoriteler darbecilerin çekim alanına girmeyecekti belki. Öyle olmadığı için, “ideolojik hegemonya” hızla kaybedildi. O saatten sonra stratejik yenilgi bir zamanlama meselesinden ibaretti ve sonunda yenilginin yasaları işledi: “Anıtlar, mezarlıklar, kilise duvarları ve sokak isimleri, galiplerin şehitlerinin anısını her yerde yaşatırken, mağluplar, sahipsizler ve marjinalleşmişler olarak bölün”dü. Salazar Franco’dan yedi yıl evvel neredeyse davet üzerine diktatörlüğünü tesis ettiğinde ideolojik hegemonyayı sağlamakta zorlanmamıştı. Siyaset esnafına güvensizlik had safhadayken halk onun gibi sakin bir akademisyene hüsnükabul gösterdi hatta. Franco ise hasımlarının stratejik yanlışlarını kullanarak, durmaksızın teşhir ederek bunu sağlamaya çalıştı.
Franco’nun kutsal savaş göndermeleri, “dinsiz Bolşevizme karşı” Haçlı birliği lafları etmeye başlaması, kendisini Tanrının lütfu olarak sunması, ulusu ve dini birbirine özgülemesi dalga dalga şiddetlendi. Önüne çıkan fırsatı sonuna dek değerlendirmekten ibaretti yaptıkları. Sömürgeci imparatorluğun ihtişamlı geçmişe dönme arzusu sır değildi. Kitlelerdeki arzuyu kışkırtıp yeniden diriliş dinamiği olarak kullandı. İspanya’yı ihtişamlı günlerine döndürmeyi, menzildeki bir hedef olarak sıklıkla tekrarladı. İhtişam, o şartlarda bile dünyayı allak bullak ederek on milyonların ölümüne yol açan yayılmacılık olduğu için gayet kırılgan bir zemine sahipti, temelleri bir kez sorgulanırsa, üzerine bina edilen söylem ve pratiğin yıkılması işten değildi. Franco o tarihi kayıtsız şartsız savunurken anti-komünist duygudaşlığa abandı: “Tarihin en büyük barbarlıkları, İspanyollar eliyle değil, Moskovalı adamların yönettiği bu kızıllarca işlenmiştir. Bir İspanyol’un kalbinde bu denli barbarlığa yer yoktur.” Her halükarda siyasal kontrast yaratma becerisinden yararlanmayı biliyordu. Kendisi mi, her tür melanetin membaı olarak kodladığı komünistler mi; “ulus” hangisini istiyordu? Otuz dokuz yıl süren istibdat boyunca Franco’nun kitle desteği genellikle yüksekti. Salt rakipsizlikten değil ama, “O bizden biri”, duygusunu halka içerebilmesinden. Kitle çizgisi siyasetinin dışına çıkıp avangart veya kafa karıştırıcı işlere meyletmediği gibi ortalamayı işaret eden ana akım olmayı kolladı. Bir adım sonra, ana akımın dışındaki hemen herkes potansiyel düşman sayıldı, bu sayede düşmanlık politikaları geniş bir taraftar kitlesinde karşılık buldu.
Fanatik taraftarları da kabul etmiştir Franco’nun natıkasının sorunlu olduğunu. Karizmatik biri olmadığından, bu imgenin imal edildiğinde ittifak vardır. Başka kaynaklar Salazar’ın da etkileyici olmadığını kaydeder fakat Portekiz’in despotu ağırbaşlı, dingin, ağırbaşlı biri ve mütevazı hayatıyla sorunun üstesinden gelmeyi başarmış. Franco ise nihayet asker ve kanlı bir üne sahip, yeni bir imaj üretmesi hayli zaman almış. Diğer taraftan sesi çok ince, bedeni çelimsiz. Seldel bu detayları verirken cinsel iktidarsızlık iddialarından bahsediyor. Pek öyle soyut iddia sayılmaz gerçi, kanıt sunanlar çıkmış, gerçekte yeğeni olan kızının evlat edinildiğini öne sürenler. Sessiz kalmış çevresi. Maço kültürünün dolaysız etkisi alanındaki bir ülkede iktidarsız bir kıyıya köşeye atılacak, alay edilecek biri olmaktan ileri gidemez. Dip durum sayılan bu insanlık haline karşı Franco’nun devlet sayesinde toplumu inim inim inletmesi arasında bağ kuranlar olmuştur. Franco başından beri mesafeli ve sevgisiz oysa. İktidarsızlıksa 1916’daki bir çatışmada isabet eden bir mermi yüzünden. Franco’nun pisokpatik davranışlarda bulunduğunu, narsistik kişilik bozukluğundan muzdarip olduğun teşhis etmiş bazı psikologlar ama ancak post-Frankizm yıllarında. Yaşarken bunlardan bahsetmek kelleyi koltuğa almak demek. Gerçi bir Kenan Evren durumuna da düşmemiş, ruhu İspanya’nın üzerinde gezinmeyi sürdürdüğü, yaptıklarına bayılan birileri hep olduğu, yerini daha pervasız bir diktatör almadığı için.
Genel olarak faşist-faşizan karakterlerin biyografilerinde patolojik sıkıntılara atıflarda ortak bir problem yok mu acaba? Uzun yıllar Hitler böyle yansıtıldı, hakeza diğerleri. Patolojik problem odaklı yaklaşımın temelinde Avrupa........
© Birikim
