Diploma
Türkiye’de eğitim alanında uzun süredir devam eden bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm, bir yandan siyasi-iktisadi düzenlemelerin gereği olmakla birlikte aynı zamanda sosyopolitik hegemonya kurma mücadelesinin sakil bir uzantısı. Aslında bu dönüşümü en açık biçimde dile getiren kişi bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. 2019-2020 Yükseköğretim Akademik Yılı Açılış Töreni’nde yaptığı konuşmada yükseköğretimden söz ederken şunları söylemişti:
“Hayatın kendisi gibi eğitim öğretim alanı da dinamik bir süreç. ... ‘Efendim işte işsizlik var’, olabilir, her üniversiteyi bitirdiği zaman iş sahibi olacak diye de bir şey yok. Bunu dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Ama bir de kendisi bunu ne yapacak, üretecek. ... Günümüzde artık diploma tek başına anlam ifade etmiyor.”
Erdoğan’ın sözleri bir gerçeği teslim ediyor. Diploma, artık tek başına bir anlam taşımıyor. Dahası, diplomalı olmakla olmamak arasındaki ayrım giderek silikleşiyor. “Zaten diploma dediğiniz, imtiyazlı sınıfların statü işaretinden başka nedir ki?” gibi kısmen haklı ama kestirmeci itirazları bir yana koyarsak, burada üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir mesele var. Çünkü eğitim, tıpkı sağlık, hukuk ya da sosyal güvenlik gibi, yalnızca bireysel bir kazanım değil, ortak hayatın dokusunu kuran kamusal bir teminat olarak hepimizin ortak meselesi.
Daha önce Toplum ve Bilim’in 156. sayısında, “Olağanüstü Zamanlarda Akademinin İmkânı” başlıklı dosyada, üniversiter alanın içinde bulunduğu koşulları ve yaşadığı dönüşümü ele almaya çalışmıştık. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanmasıyla görünürlük kazanan bu kriz, aslında kökleri çok daha gerilere uzanan bir sürecin sonucuydu. Türkiye’deki yeni rejim, üniversiteyi bir “tedbir ve denetim” aygıtı olarak yeniden kurgularken, onun kurumsal dokusunu da adım adım çözmeye girişti. Bu dönüşümle birlikte akademik özgürlük ve özerklik artık sadece düşünsel bir ideal değil, doğrudan siyasal ve kamusal bir mücadele alanına dönüştü. Türkiye’nin otoriter devlet pratiği içinde öteden beri kırılgan olan üniversite özerkliği, zaman içinde görece bazı kurumsal alışkanlıklar ve özgürlük pratikleriyle inşa edilmeye çalışılmıştı. Ancak bu görece birikim de yeterince kökleşmemiş olduğu için, yeni rejimin hedef aldığı ilk alanlardan biri hâline geldi ve hızla tasfiye edildi. Bahsedilen sayıda üniversitenin anlamı ve işlevi üzerine yürütülen tartışma, yalnızca akademik alanla sınırlı olmayan daha geniş bir toplumsal ve siyasal çözülmenin izdüşümüydü.
Eğitim, özellikle de yükseköğretim söz konusu olduğunda, aklın ve bilginin kamusal kullanımını üniversite bağlamında savunmak, hâlâ anlamlı bir tutum. Ancak bu anlamın nasıl ve kimler eliyle kurulduğunu sormadan, akademiyi yalnızca saf bir bilgi üretim mekânı olarak düşünmek günümüzde pek mümkün değil. Akademik alan, öteden beri, yalnızca entelektüel emeğin değil, aynı zamanda iktidar ilişkilerinin, alan-içi pozisyon mücadelelerinin ve sembolik sermaye birikiminin sahnesi oldu. Bu nedenle, özerklik ideali hem bu ilişkileri örten bir perdeye dönüşebilir, hem de onları görünür kılma imkânını içinde barındırabilir. Ne var ki Türkiye bağlamında mesele, akademinin kendi iç dinamikleriyle yürüteceği bir tartışma olmaktan çıkalı çok oldu. Devletin alana doğrudan ve şedid bir müdahale hattı çekmesi, kendini çeşitli aparatlar, yaptırımlar ve doğrudan cebirle alana zerk etmesi, sadece akademik özerkliği değil, üniversitenin kamusal anlamını da adım adım aşındırdı, öyle ki, üniversite anlamını büyük ölçüde yitirmiş boşluk hâline geldi. Neoliberal performans kriterleriyle tanımlanan ve teknikleştirilmiş bilgi üretim mekanizmasına indirgenen üniversitenin yeniden konumlandırılmasına ilişkin tartışmalar bir yana, Türkiye bağlamında asıl kırılma, Barış Akademisyenlerinin üniversitelerden sürülmesiyle birlikte yaşandı. Bu tasfiye sürecinin ardından üniversiter alanın topyekûn yeniden düzenlenmesiyle kurulan yeni akademik rejim, yalnızca kurumsal yapıları değil, akademi-içi ilişkileri de daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde yozlaştırdı.
Meseleyi eğitimin siyasi-iktisadi dönüşümünün eleştirisine getirmeyeceğim. Bir süredir, neoliberal dönüşümün ve devletin yeniden yapılandırılmasının, kamusal kurumları nasıl çözdüğünü izliyoruz. Eğitim sistemi de bundan payını alıyor ve kamusal bir hak olmaktan uzaklaşıp görünürlük kazandığı her yerde rekabetin ve performansın çarpık bir biçimde ölçüldüğü, piyasaya uygun bilgi ve işgücü üretim alanlarına -işliklere- dönüşüyor. Modern eğitimin sınıfsal hareketliliğe sunduğu olanaklardan ya da yükseköğretimin meritokrasinin kutsal mekânı olarak taşıdığı önemden de söz etmeyeceğim. Zira birçoğumuz biliyoruz ki, eğitim sistemi görünürde eşit fırsatlar sunuyormuş gibi yansıtılsa da gerçekte sınıfsal ayrıcalıkları yeniden üreten karmaşık bir eleme mekanizması olarak işler. Bu mekanizma, başarıyı kişisel yetenek ya da bireysel çaba üzerinden anlamlandırarak, toplumsal eşitsizliklerin yapısal niteliğini perdelemeye hizmet eder.
Biliyorum, eğitim sistemi eşitsizlik üretir, biliyoruz, bu eşitsizlik çoğu zaman meşrulaştırılır. Yine de bütün sınıfsal eşitsizliklere ve eğitim sisteminin bu eşitsizlikleri yeniden üretme işlevine rağmen, eğitim hakkının herkes tarafından meşru kabul edilmesini, eğitimli olmanın ortak ya da egemen kültür tarafından başarı göstergesi olarak yüceltilmesini ve eğitim hakkının tarafsızlık ilkesiyle sunulması gerektiğini savunuyorum. Bunu ulus kimliğinin ve yurttaşlık hakkının temel unsurlarından biri olarak dile getiriyorum. Eğitim hakkı, her ne kadar toplumun tüm kesimlerini eşit biçimde kapsayan ve fiilen eşitlik sağlayan bir kurum olarak işlemese de yurttaşlar tarafından eşitliği hedefleyen bir ideal, yurttaşlık bilincine içkin politik bir ethos ve........
© Birikim
