Her Şey 19 Mart’ta mı Başladı?
Haftalardır, milyonların izlediği TV ekranlarından, çok izlenen sosyal medya platformlarından, hukuka aykırı gözaltıları, siyasi saikle yapılan tutuklamaları, kolluğun orantısız güç kullanımını, kötü muamele ve işkenceleri, dava ve soruşturma dosyalarındaki hukuka aykırılıkları izliyoruz. Çarpıtılan MASAK raporları ve baz kayıtları ile masumiyet karinesinin nasıl ortadan kaldırıldığına, hukuki değeri olmayan gizli tanık beyanları ile gerçekleşen tutuklamalara tanıklık ediyoruz. Belki de şimdiye kadar, siyasallaşmış yargının ve kolluğun, hukuk dışı işlemlerinin bu kadar yaygın ve kitlesel tartışıldığı ve izlendiği bir dönem olmamıştı. Bunun nedeni bu uygulamaların yeni olması değil, kendini tehlike altında gören mevcut rejimin, ilk defa bu kadar geniş ve farklı toplumsal kesimlere bu şiddeti uyguluyor olmasıdır.
Türkiye’de baskı ve şiddet politikaları, değişen toplumsal, sosyal ve ekonomik koşullarla birlikte, arada farklı formlara bürünse de, devamlılık arz etti. Türkiye’de siyasal rejimin dayandığı siyaset ve yönetme felsefesi temelde değişmediğinden, değişen uygulamaları veri alarak eski ve yeniye ilişkin mukayese yapmak yanlış sonuçlara yol açabiliyor. Eskiden böyle miydi söylemi, bu ülkede ne zaman demokrasi oldu ki itirazları ile karşılaşabilmektedir. Tabii ki 12 Eylül öncesi ve sonrası kıyaslaması bunun dışında tutulabilir.
Hukuk güvenlik ve belirlilik başlığında ise durum biraz farklıdır. Özellikle hukuk mekanizmalarının, işletiliş şekli ile devlet-iktidar[1] mekanizması içinde konumlandırılış şekli, uzunca bir zamandır biz hukukçuları, 2015 öncesi ve sonrası şeklinde bir ayrıma ve değerlendirme yapmaya sevk ediyor. 2013 döneminde başlamış olan çözüm sürecinin bitişi, savaşın sivil alanları kapsayacak şekilde genişlemesi ve pervasızlaşması, Gezi hareketi de denen ve kendiliğinden başlayan kitlesel protesto hareketlerinin bastırılması, önce Kürt illerinde topyekun başlatılan [2] fiili OHAL’in 2016 darbe girişimi ile tüm ülkeye uygulanır hale getirilmesi ve o günlerden bugünlere bitmeyen OHAL uygulama rejimi, son 12 yıla özel önem atfedilmesini kaçınılmaz kılıyor. Hukuki güvenlik ilkesi ve yargı bağımsızlığı ortadan kalktığında açığa çıkan sorunlar, yönetme krizini de beraberinde getirdi. Baskı ve şiddet politikaları, yargı, bürokrasi ve kolluk eli ile aynı yöntemlerle yoğun ve yaygın şekilde uygulanmaya başlandı.
19 Mart’ta, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve beraberindeki diğer CHP’li belediye başkanlarının,üyelerin tutuklanması, 4 Kasım 2016’da HDP'ye yönelik eş genel başkanları Figen Yüksekdağ, Selahettin Demirtaş ve beraberinde birçok vekilin bir gecede alınması ile başlayan operasyon, benzer yöntemleri içeren ve benzer sonuçları olması beklenen iki ayrı siyasi darbedir. Türkiye için önemli kırılma noktaları olmuştur. İktidarın hedef gösteren dili ile başlayan, basın haberleri ile devam eden süreç, son dokunuşlar için yargısal mekanizmalara havale edildi. Siyasetçilerin kararı, yargıç ve savcıların imzası ile tamamlandı. Adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi ilkeleri her iki süreçte de tümüyle ihlal edildi.
Sayın Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının geçersiz kabul edilmesi ile başlayan süreç, bu 12 yılda hem ülkeyi her yönü ile yöneten siyasal rejimin yaptıkları yapamadıkları, hem de muhalefetin ve demokratik kamuoyunun yaptıkları ve yapamadıklarının sonucu idi.
Dokunulmazlıkların kaldırılması ile HDP’ye yönelik başlatılan operasyon 4 Kasım 2016’da toplu gözaltı ve tutuklama ile devam etti. Hala devam eden parti kapatma davası ve Kobane davası başlamıştı. Kamuoyunun gündemine sokmakta oldukça zorlanılan bir dava oldu. HDP geçmiş dönem eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Ayla Akat ve MYK üyeleri tutuklu idi ve cezaevi duruşma salonunda toplu yargılanıyordu. Davasının karar duruşmasına, üç buçuk yılın sonunda, davayı her zaman izlemeye çalışan Sezgin Tanrıkulu gibi vekiller hariç, parti kararı ile birçok CHP’li vekillin [3] ikirciksiz katılımı, duruşma çıkışı yaptığı açıklama, CHP’nin nasıl bir süreçte olduğumuzu anlamaya başladığı anlar olarak yorumlandı. Tarihsel olarak, birleşemeyen demokrasi güçleri uzun süreli baskı rejimlerinin can suyu olmuştur. Kobane davası avukatları olarak, davadaki hukuka aykırılıkları ve siyasi müdahaleyi delilleri ile tahlil ettiğimiz rapor incelendiğinde, bugün TV’lerde canlı yayınlarda tahlillerini dinlediğimiz benzer yöntemlerin nasıl işletildiğini görebiliriz. Bu dönemden farklı olarak ciddi bir basın ve medya sansürü altında kamuoyunu bilgilendirme çabası vardı. Hala da var.[4]
Devletin "asıl vatandaşı olanlar’’ ve "olmayanlar’’ ayrımı, bu ülkenin temel çelişkilerinden birisi oldu. Kutsal devletin yarattığı korku ve aidiyet hissi "diğerlerine", "makbul olmayanları" çoğu zaman görmemelerine, bazen de göz ucu ile bakmaya yol açtı.
Yurttaşlık haklarının güvencesi altında olduğunu bilen makbul vatandaşlar, bazı aksaklıklar olsa da, üstü örtülü konsensüs gereği, ne olursa olsun kendisi için işleyen bir hukukun olduğunu bildiler. Makbul olan- olmayan vatandaşlıktan, partili ve partili olmayan vatandaşlık tanımına geçildi ve hukuk dışına atılan non-persona bireylerin sayısı arttı. Baskı ve şiddet politikaları, kurumsallaşma çabasını da içerecek şekilde, hukuk kurallarının yerine ikame oldu.
Hukuk kuralları, yasalar, ortak yaşamın, toplumsal yaşamın varlığını temin etmek için düzenlenmiş uzlaşı alanıdır. Toplumsallığınız, kişisel varlığınız (düşünsel, felsefi, fiziki) tehdit altında ise artık özel alan da politiktir, [5] sokak da haktır, meşrudur. Protestolarda gençlerin çoğunun maske takması dikkat çekicidir. Maskelerin tanınma, görülme kaygısından ziyade, gençlerin artık hakkın öznesi olmadıklarını........
© Birikim
